Filtreler
Filtreler
Bulunan: 18 Adet 0.001 sn
Tam Metin [1]
Veritabanı [1]
Tür [1]
Yayın Tarihi [1]
Dergi Sayısı [3]
Yayın Dili [1]
Editör/Editörler [1]
Kronik Kalp Yetmezliği Olan Hastalarda Öz-Bakım Davranışlarının İncelenmesi

AYŞE AKBIYIK

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 2 ) , pp.1 - 8

Amaç: Bu çalışma, kronik kalp yetmezliği olan hastaların öz-bakım davranışlarını ve özbakım davranışlarını etkileyen faktörleri incelemek amacıyla tanımlayıcı tipte yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırma, bir kardiyoloji kliniğine başvuran 200 kronik kalp yetmezliği tanısı alan hasta ile Aralık 2007-Şubat 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Araştırma verileri “Bireysel Tanılama Formu” ve “Kronik Kalp Yetmezlikli Hastaların ÖzBakım Davranışlarını Değerlendirme Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Verilerin analizinde sayı-yüzde değerlendirmeleri, student t testi ve tekyönlü varyans analizi kullanılmıştır. Bulgular: Hastaları . . .n yaş ortalamaları 65.46±11.71 yıldır. Öz-bakım davranışları incelendiğinde; ölçek toplam puan ortalaması 50.21±8.37, diyete ilişkin ölçek alt grup puan ortalaması 16.63±2.80, ilaçların kullanımına ilişkin ölçek alt grup puan ortalaması 17.93± 4.8, kilo ve sıvı izlemine ilişkin ölçek alt grup puan ortalaması 3.15±2.22, aktivite ve dinlenmeye ilişkin ölçek alt grup puan ortalaması 12.49±2.36 olarak bulunmuştur. Sonuç: Araştırmadan elde edilen sonuçlar ışığında, kronik kalp yetmezliği olan hastaların öz-bakım gücünü arttırmaya yönelik hastalığın tedavi ve prognozu hakkında eğitim programlarının hazırlanması, toplumsal destek sistemlerinin sağlanması ve bakımın sürekliliğinin sağlanması gereklidir. Objective: This descriptive research was conducted to analyze self-care behaviors and affecting factors of patients with chronic heart failure (CHF). Material and Method: The research was completed on 200 patients who have been diagnosed with CHF, between monthly dates of December 2007-February 2008. Research data were collected by using Patient Information Form, and Chronic Heart Failure Patients’ Self-Care Behaviors Evaluation Form. In the analysis of the data, percentage, student t test and one-way ANOVA tests were used. Findings: The mean age of the patients was 65.46 ± 11.71 years. When patients’ self-care behaviors were investigated; it was found that the mean scale total score was 50.21 ± 8:37. The mean subscale scores , including diet, using medicine, monitoring weight and fluid, activity and rest were 16.63±2.80, 17.93± 4.8, 3.15±2.22 and, 12.49±2.36, respectively. Conclusion: In the light of the research findings, for the patients with CHF the need for work such as continuation of the wellness of the patient, preparation of educational programs about the cure and prognosis, making efforts in the society aimed to increase the patients with chronic heart failure’s self-care power were recommended Daha fazlası Daha az

Bandırma Devlet Hastanesi Yenidoğan İşitme Taraması Sonuçları (2011-2014)

AYŞE AKBIYIK

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 1 ) , pp.9 - 12

Amaç: Çalışmada Bandırma Devlet Hastanesinde yapılan yenidoğan işitme tarama testi sonuçlarını incelemek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki bu çalışmada Mart 2011-Mayıs 2014 tarihleri arasında Bandırma Devlet Hastanesi’nde işitme taraması yapılan 5175 bebeğe ait sonuçlar retrospektif olarak incelenmiştir. İşitme taramaları bebek hastaneden taburcu olmadan Ulusal İşitme Taraması Protokolüne göre yapılmıştır. Bulgular: Çalışmada toplam 5175 bebeğe işitme tarama testlerinin yapıldığı belirlenmiştir. İncelenen işitme taraması testlerine göre işitme kaybı açısından şüpheli görülen ve referans merkeze sevk edilen bebekler . . .in oranı % 0.5’tir. Sevk edilen bebeklerin yaklaşık % 90’ından fazlasında bilinen en az bir risk faktörü bulunmaktadır. Sonuç: Bu çalışmada yaklaşık her bin bebekten beşinin işitme kaybı açısından şüpheli bulunarak referans merkeze sevk edildiği belirlenmiştir. Tüm yenidoğanlar risk etmenleri açısından değerlendirilmeli ve risk grubunda yer alanların tamamı taranmalıdır. Ayrıca tarama testinden kalarak kontrol testlerine gelmeyen bebeklerin aileleri bilgilendirilerek bebeklerin tarama programına dahil edilmesine çaba harcanmalıdır Objective: This study aims to investigate the newborn hearing screening test results performed in Bandirma State Hospital. Material and Method: In this descriptive study, the results of newborn hearing screening of 5175 infants, performed between the dates of March 2011 and May 2014, were resrospectively examined at Bandirma State Hospital. Screening was performed before newborns were discharged in accordance with the National Hearing Screening Protocol. Findings: A total of 5175 infants were screened. The rate of infants who were suspected to have hearing loss and referred to reference center was 0,5%. More than 90% of these infants had at least one risk factor. Conclusion: In this study, it was determined that approximately five out of every thousand babies were referred to reference center in terms of suspected hearing loss. All infants should be evaluated in terms of risk factors and those who are in the risk group should be screened. Efforts should be made to inform the families and include the infants in the screening programme who cannot pass the initial screening tests and who are not involved in further control tests Daha fazlası Daha az

Çocuk ve Adölesanlarda Obezite ve Beslenme Durumu ile Böbrek ve Karaciğer Fonksiyonları Arasındaki İlişkinin Belirlenmesi

AYŞE AKBIYIK

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 1 ) , pp.13 - 19

Amaç: Bu araştırmanın amacı fazla kilolu ve obez çocuk ve adölesanlarda obezite ve beslenme durumu ile böbrek ve karaciğer fonksiyonları arasındaki ilişkinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Araştırma, 01 Şubat 2014-01 Ağustos 2014 tarihleri arasında Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesine diyet polikliniğine obezite tanısıyla yönlendirilen 8-18 yaş aralığındaki gönüllü 142 çocuk ve adölesan (92 Kız, 50 Erkek) ile yapılmıştır. Bulgular: Yaşa göre Beden Kütle İndeksi (BKİ) z-skor ortalaması erkeklerde 2.9±0.8 ve kızlarda 2.6±0.7 olarak bulunmuştur (p

Öğrenci Hemşirelerin Duygusal Zekâ ve Sosyotropi-Otonomi Kişilik Özellikleri ile Psikolojik Dayanıklılıkları Arasındaki İlişki = The Relationship between the Emotional Intelligence and Sociotropy-Autonomy Personality Traits of Nursing Students and Their Resilience

LEYLA BAYSAN ARABACI | AYŞE BÜYÜKBAYRAM ARSLAN | GÜLSENAY TAŞ SOYLU

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 3 ) , pp.29 - 37

Amaç: Çalışmanın amacı, öğrenci hemşirelerin duygusal zekâ becerilerinin ve sosyotropi-otonomi kişilik özelliklerinin psikolojik dayanıklılıkları üzerine etkisini incelemektir. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma, 2014 Mart ayı içerisinde bir üniversitenin hemşirelik bölümünün birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarında öğrenim gören (N=433) ve araştırmaya katılmayı kabul eden 260 öğrenciyle yürütülmüş ve verilerin değerlendirilmesi 179 anket üzerinden yapılmıştır. Veri toplamak için Tanıtıcı Bilgi Formu (TBF) ve üç ölçek [Duygusal Zeka Ölçeği (Bar-On-EQ), Sosyotropi Otonomi Ölçeği (SOSOTÖ), Yetişkinler İçin Psikolojik . . .Dayanıklılık Ölçeği (PDÖ)] kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler ve linear regresyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Öğrenci hemşirelerin %79.9’u kadın ve yaş ortalamaları 19.92±1.23’dır. Öğrencilerin sosyotropi puan ortalaması 62.04±17.24, otonomi puan ortalaması 68.61±18.39, duygusal zeka toplam puan ortalaması 225.85±26.10, psikolojik dayanıklılık ölçeği toplam puan ortalaması ise 120.53±18.65 olarak bulunmuştur. Öğrencilerin psikolojik dayanıklılıkları ile hem otonomi kişilik özellikleri ve hem de duygusal zekânın alt boyutları [kişisel farkındalık (bağımsızlık), uyumluluk (gerçekçilik, esneklik), stres yönetimi (dürtü kontrolü) becerileri] arasında istatistiksel olarak önemli düzeyde doğru orantılı bir ilişki olduğu ( Daha fazlası Daha az

Pacemaker Takılan Hastalarda Depresyon ve Anksiyete Düzeyinin İncelenmesi

GÜLAY OYUR ÇELİK

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 1 ) , pp.13 - 18

Amaç: Bu araştırma pacemaker takılan hastaların anksiyete ve depresyon düzeylerini belirlemek, yaşadığı zorlukları ortaya koymak ve sağlık personelinin farkındalığını arttırarak bu konu hakkında doğru yaklaşımı uygulamaya koymalarını sağlamak amacı ile yapıldı. Gereç ve Yöntem: Araştırma tanımlayıcı türde tasarlanmış olup, etik izin alındıktan sonra Aralık 2014- Ocak 2015 tarihleri arasında bir üniversite hastanesinin kardiyoloji kliniğinde pacemaker tedavisi gören ve poliklinik takibi yapılan 80 pacemakerlı hastadan araştırmaya katılmaya gönüllü 67 hasta dahil edilmiştir. Araştırma verileri Sosyo-demografik Veri Toplama . . . Formu, hastalıklarına ilişkin bilgilerin yer aldığı soru formu ve Hastane Anksiyete Depresyon Ölçeği (HAD) kullanılarak toplanmıştır. Veriler sayı yüzde, ortalama analizleri ve Anksiyete Depresyon Ölçeğine ilişkin analizlerde T testi ve varyans analizi kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Araştırmaya katılan bireylerin %55,2’si erkektir. Hastaların yaş ortalaması 60,25±5,25’tir. Hastaların %40,3’ü ilkokul mevzunu ve %76,1’inin ekonomik durumunun orta düzeyde olduğu belirlenmiştir. Hastaların %41,8’inde hali hazırda depresyonun mevcut olduğu, bu hastaların %28,5’inin antidepresan ilaç kullandığı saptanmıştır. Araştırma kapsamındaki hastaların %10,4’ünün psikolog desteği aldığı belirlenmiştir. Hastaların %32,8’i anksiyete alt boyutundan eşik üstü, %73,1’i depresyon alt boyutundan eşik üstü puan aldıkları saptanmıştır. Araştırma verilerine göre kadınların HAD-A ölçek puanının erkeklere göre yüksek olduğu, eğitim düzeyi azaldıkça depresyon düzeyinin arttığı ( Daha fazlası Daha az

İki Farklı Bölgeye Uygulanan Subkutan Enjeksiyonun Ağrı ve Ekimoz Oluşumuna Etkisi = Effect of Subcutaneous Injection Applied to Two Different Areas on Formation of Pain and Ecchymoses

DERYA UZELLİ YILMAZ | ESRA AKIN

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 3 ) , pp.15 - 20

Amaç: Araştırma, iki ayrı bölgeye uygulanan subkutan enjeksiyonun ağrı ve ekimoz oluşumuna etkisinin belirlenmesi amacıyla yarı deneysel olarak gerçekleştirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Araştırma, gerekli izinler alındıktan sonra, İzmir’de bir eğitim ve araştırma hastanesinin palyatif bakım kliniğinde 15 Haziran 2013 - 30 Aralık 2013 tarihleri arasında yürütülmüştür. Araştırma örneklemini yetişkin, bilinci açık, işitme engeli olmayan, gebe olmayan, hematolojik hastalığı bulunmayan, alerji öyküsü olmayan, kol ve abdominal bölge doku bütünlüğü bozulmamış ve ilk kez antikoagülan tedavi uygulanacak olan 70 hasta oluşturmuştur. Verile . . .rin toplanmasında “Hasta Tanıtım Formu”, “Ekimoz Takip Çizelgesi” ve “Vizüel Analog Skala” kullanılmıştır. Kol ve abdominal bölgeye subkutan enjeksiyon uygulanan hastaların enjeksiyon alanı işaretlenmiş, enjeksiyondan 48 saat sonra bölge gözlenmiş, cetvel yardımıyla ekimoz büyüklüğü belirlenip kaydedilmiştir. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 63.62±12.74 yıldır. Hastaların %71.4’ünün kronik hastalığı mevcuttur. Kol bölgesinden yapılan enjeksiyon sonrasında oluşan ortalama ekimoz büyüklüğü 0.82±0.45 cm olarak bulunurken, abdominal bölgeden yapılan subkutan enjeksiyon için ortalama ekimoz büyüklüğü 0.65±0.450.82 cm olarak bulunmuştur. Kol ve abdominal bölgeden yapılan subkutan enjeksiyon sonrası oluşan ekimoz büyüklükleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur. Hastaların işlem sırasında ağrı şiddeti skorları kol bölgesinde ortalama 4.32±1.27, abdominal bölgede ortalama 3.45±1.68 olarak bulunmuştur. Hastaların kol ve abdominal bölgeden yapılan subkutan enjeksiyon sonrası ağrı skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur. Sonuç: Araştırma sonucunda, hastaların abdominal bölgeden yapılan enjeksiyonda daha az ağrı hissettikleri ve ekimoz büyüklüklerinin daha az olduğu saptanmıştır. Subkutan enjeksiyon uygulamalarında abdominal bölgenin kol bölgesine tercihen kullanımının deride ekimoz oluşumunu ve ağrı düzeyini azaltacağı söylenebilir. Objective: This research was conducted quasi-experimentally to detect the effect of subcutaneous injection, which was applied to two different areas, on formation of pain and ecchymosis. Material and Method: The study was conducted after the research ethical committee approval, in palliative care clinic of a training and research hospital in Izmir between June, 15 and December, 30 in 2013. The study sample was composed of 70 patients who were adults, conscious, not hear-impaired, not pregnant, did not have allergy history and hematologic disease, had undestroyed tissue integrity in leg and abdominal site and would undergo anticoagulant treatment for the first time. During the data collection, “Patient Identification Form”, “Ecchymosis Inspection Form” and “Visual Analogue Scale” were used. The injection area of the patients, whose arms and abdominal areas were subjected to subcutaneous injection, were marked. After 48 hours, these areas were examined and the size of the ecchymosis was determined via a rule and recorded. Findings: The mean age of the patients was 63.62±12.74 years. 71.4% of the patients had chronic diseases. While the ecchymosis size in arm was 0.82±0.45, the ecchymosis size in abdominal region was 0.65±0.450.82. There was a statistically significant difference between ecchymosis size which was formed after subcutaneous injection in arm and abdominal regions. The mean scores of severity in the patients during process were found to be 4.32±1.27 for the arm area and 3.45±1.68 for the abdominal area. There was a statistically significant difference between pain score of patients in arm and abdominal areas during the subcutaneous injection. Conclusion: Consequently, it was found that the patients felt less pain during injection that was applied to abdominal region and the ecchymosis sizes were also smaller. In the applications of subcutaneous injection, the use of abdominal area rather than arm area can be claimed to decrease ecchymosis formation and level of pain. Efforts should be made to inform the families and include the infants in the screening programme who cannot pass the initial screening tests and who are not involved in further control tests Daha fazlası Daha az

Evde Bakım Alanında Çalışan Hemşirelerin Çalışma Koşulları, Yaşadıkları Güçlükler ve Eğitim Gereksinimlerinin Belirlenmesi

MEDİNE YILMAZ

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 1 ) , pp.19 - 25

Amaç: Bu çalışmanın amacı İzmir ilinde çalışan evde bakım hemşirelerinin sosyodemografik özelliklerinin, hizmet sunumunda yaşadıkları güçlüklerin ve eğitim gereksinimlerinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Araştırmada örneklem seçimine gidilmemiş, araştırmaya gönüllü olarak katılmayı kabul eden çalışanların tamamı alınmıştır (N:71). Veri toplamada görüşme formu kullanılmıştır. Etik kurul ve kurum izinleri alınmıştır. Bulgular: Evde bakım hemşiresi olarak çalışanların hemşire (%64.8) olduğu, %46.5’inin devlet, %36.6’sının belediye ve %16.9’unun özel sektörde çalıştığı görülmüştür. Hemşirelerin %71.8’i kurumlarında evde bakım alanın . . .a ilişkin herhangi bir eğitim almamışlardır. Hemşirelerin %54.9’u hizmetiçi eğitime ihtiyaç duyduğunu ifade etmiş, eğitim almak istedikleri konuların en sık “evde bakım gerektiren durum / hastalıkların yönetimi” (%47.9), “evde bakım hemşireliğinin görev tanımı rol ve sorumlulukları” (%42.2) ile “evde kullanılması gereken tıbbi cihaz ve malzemelere” (%36.4) ilişkin olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin %42.3’ü kurum kaynaklı güçlüklere, %16.9’u fiziksel ortamdan kaynaklanan güçlüklere, %14.1 hasta ve hasta yakını kaynaklı güçlüklere birinci sırada yer vermiştir. Hemşirelerin %59.2’si işten ayrılmayı düşündüğünü belirtmiştir. Sonuç: Evde bakım hizmetleri, yaşlanan nüfus ve beraberinde giderek artan kronik hastalıklar nedeniyle gelecekte daha da önemli hale gelecektir. Bu nedenle evde bakım hizmetlerinin etkin olabilmesi için bu alanda çalışanların desteklenmesinin, nitelik ve niceliklerinin artırılmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Objective: The aim of this study was to determine the socio-demographic characteristics of the home-care nurses working in Izmir, and determine the difficulties they experienced in service delivery and their training needs. Method: All voluntary participants were accepted (N:71) without following a sampling process. An interview form was used to collect data. The ethical and institutional approvals were obtained. Findings: Sixtyfour point eight percent of those providing health care at home were nurses. While 46.5% worked for the government, and 36.6% worked for municipalities, 16.9% were employed in the private sector. Seventy-one point eight percent of the nurses were provided no training on home-care in the institutions they were employed in. The most frequently mentioned topics that they needed training on were: cases requiring homecare / disease management (47.9%), the job description of nurses providing home-care and home-care nursing roles and responsibilities (42.2%), and medical equipment and supplies to be used at home (36.4%). Concerning the difficulties faced by home-care nurses, it was found out that the institutional difficulties (42.3%), physical difficulties (16.9%) arose from patients or their caregivers (14.1%). More than half of the nurses were considering quitting their jobs. Conclusion: Home care services will become more important with aging populations and accompanying increases in chronic illnesses. Therefore, this study showed the importance of supporting the health care workers and increasing their quantity and quality so as to get more effective home care services Daha fazlası Daha az

Hemşirelikte Psikomotor Beceri Eğitiminde Video Destekli Öğretim ve OSCE Uygulaması: Bir Deneyim Paylaşımı = Video-Based Teaching and OSCE Implementation in Nursing Psychomotor Skills Education: Sharing of an Experience

ESRA AKIN | DERYA UZELLİ YILMAZ | YASEMİN TOKEM

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 1 ) , pp.35 - 37

Hemşirelik eğitiminde psikomotor beceri eğitiminin iyi yapılandırılması oldukça önemlidir. Bu bağlamda, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik bölümünde psikomotor beceri eğitiminin klasik yöntemlerin yanı sıra yenilikçi bir yaklaşım olan video destekli öğretim ile gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Beceri eğitimini gerçekleştiren Hemşirelik Esasları Anabilim Dalı öğretim elemanları tüm becerilere ait video çekimleri yapmıştır. Her bir beceriye ait teorik anlatımların hemen ardından videolar öğrencilere ulaştırılmış ve kendilerine bir ders materyali olarak verilmiştir. Böylece, öğrencilerin . . . beceriyi laboratuvar ortamından önce tüm işlem adımları doğrultusunda görmeleri sağlanmıştır. Beceri eğitiminin verilişi kadar değerlendirilmesinin de oldukça önemli olduğundan yola çıkılarak ve değerlendirmede öğrenciler arasında standardizasyonu, objektifliği sağlamak amacı ile Objektif Yapılandırılmış Klinik Sınav uygulanmıştır. Psikomotor becerinin hem öğretimde hem de değerlendirilmesinde kullanılan bu yöntemlerin hemşirelik eğitimine katkıları olumlu yönde olmuştur. Better structuring of psychomotor skills training in nursing education is of great importance. Therefore, innovative approach of video-assisted instruction in addition to conventional methods in psychomotor skills training was decided to be applied in the Department of Nursing of Health Sciences Faculty of Izmir Kâtip Celebi University. The members of the Department of Fundamentals of Nursing who perform skills training made video recordings related to all skills. After theoretical explanations of each skill, related videos were immediately presented to the students and used as course material. Thus, all steps in the process were able to be observed by the students before their application in the laboratory. Considering that evaluation of skills is as important as training, it was decided to implement the Objective Structured Clinical Examination in order to achieve standardization and objectivity in the evaluation of the students. These methods, used both in teaching and evaluation of psychomotor skills, have made a positive contribution to nursing education Daha fazlası Daha az

Büyüme Hormonu Tedavisi Alan Çocukların Klinik Özellikleri ve Tedaviye Yanıtı Etkileyen Faktörler

BUMİN NURİ DÜNDAR

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 3 ) , pp.7 - 13

Amaç: Bu çalışmada çocukluk çağında büyüme hormonu (BH) tedavisi alan olguların klinik özelliklerinin incelenmesi ve tedaviye yanıtı etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: BH tedavisi alan olgulara ait veriler geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların tanı, yaş, cinsiyet, BH tedavi dozları ile tedavi öncesi ve sonrasındaki antropometrik ölçümleri, puberte evreleri, büyüme hızları, hedef boyları (HB), tahmini erişkin boyları (TEB) ve kemik yaşları (KY) kaydedilmiştir. Bulgular: Toplam 347 olgudan (232 kız, 115 erkek) 255’nin izole büyüme hormonu eksikliği (İzole BHE), 41’nin çoklu hipofizer hormon . . .eksikliği (Çoklu BHE), 30’nun Turner Sendromu (TS) nedeniyle, 21’nin ise diğer tanılar ile BH tedavisi aldıkları görülmüştür. Ortalama tedaviye başlama yaşları 11.2±2.67 yıl, tedavi süreleri 3.7±1.87 yıl, tedavi öncesi ortalama boy SDS -3.5±1.11, HB SDS -1.16±0.8, tedavi sonrası ortalama boy SDS -2.21±1.01, ∆boy SDS 1.25±1.05, ∆TEB SDS 0.63±1.46 olarak saptanmıştır. Kullanılan ortalama tedavi dozu 0.028 mg/kg/gün olarak bulunmuştur. Olguların tedavi öncesi ve sonrası ortalama boy SDS’leri ve TEB SDS’leri arasında anlamlı fark tespit edilirken, en yüksek yıllık uzama hızının tedavinin ilk yılında olduğu ve sonraki yıllarda kademeli olarak azaldığı saptanmıştır. Tedavi sonrası en yüksek uzama hızı çoklu BHE’li grupta iken, en düşük uzama hızı TS’li olgularda saptanmıştır. En çok boy kazanımının da çoklu BHE’li grupta olduğu görülmüştür. Prepubertal olguların boy kazanımının pubertal olgulara göre daha iyi olduğu tespit edilmiştir. Sonuç: BH tedavisine en iyi yanıt tedavinin ilk yılında alınmaktadır. BH tedavisine en iyi yanıtı çoklu BHE’li olgular vermektedir. Boy SDS’i düşük, KY geri olan ve tedaviye erken başlanan hastalarda BH tedavisine cevabın daha iyi olduğu görülmektedir Objective: It was aimed to evaluate the clinical characteristics of children treated with growth hormone (GH) and the factors affecting response to the therapy. Material and Method: The data of the cases treated with GH were evaluated retrospectively. Diagnoses, ages, genders, GH treatment doses, pre and post-treatment antropometric measurements, pubertal status, growth rate, height velocity, target adult heights (TAH), predicted adult height (PAH) and bone ages (BA) were recorded. Findings: Among the total of 347 patients (female/male: 232/115), the number of patients treated for isolated GH deficiency, multiple hypophyseal hormone deficiency (MHHD), Turner Syndrome (TS) and other diagnoses were 255, 41, 30 and 21, respectively. The mean beginning age of the treatment, duration of the treatment, SDS of height before the treatment, SDS of height after the treatment, TAH SDS, ∆height SDS and ∆PAH SDS were found as 11.2±2.67 years, 3.7±1.87 years, -3.5±1.11, -2.21±1.01, -1.16±0.8, 1.25±1.05, 0.63±1.46, respectively. The mean GH dose was 0.028 mg/kg/day. Statistically significant differences between height SDSs and PAH SDSs of all patients before and after the treatment were detected. The highest height velocity of the patients was detected during the first year of the treatment and it decreased gradually during following years. While the highest height velocity rate was determined in MHHD group, the lowest height velocity rate was found in patients with TS after treatment. The highest gaining of height was also found in MHHD group. The height gains were better in prepubertal groups compared to pubertal groups. Conclusion: The highest height velocity was detected at the first year of GH treatment. The best response to the GH therapy was obtained in the patients with MHHD. Patients who had lower height SDS and lower BA before the GH treatment, and younger age at the beginning of the treatment have shown better response to GH therap Daha fazlası Daha az

Otoimmün Büllöz Hastalık Tanısı Almış Bireylerin Yaşam Kalitesinin İncelenmesi

ELİF ÜNSAL AVDAL

Makale | 2016 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 1 ) , pp.21 - 25

Amaç: Bu çalışmanın amacı; otoimmün büllöz hastalık tanısı almış bireylerin dermatoloji yaşam kalitesinin birey üzerindeki etkilerini belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Araştırma, tanımlayıcı bir çalışma olup, Eylül 2014 - Ocak 2015 tarihleri arasında bir eğitim ve araştırma hastanesinin Dermatoloji Anabilim Dalı kliniğinde ve polikliniğinde gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın örneklemini hastanenin Dermatoloji Anabilim Dalı kliniğinde yatan ve dermatoloji polikliniğinde takibi yapılan Otoimmün Büllöz Hastalık tanısı almış bireylerden aylık olarak başvuran ve çalışmaya gönüllü olarak katılmayı kabul eden 35 hasta oluşturmuştur. Veri to . . .plama araçları olarak; Otoimmün Büllöz Hastalığı Olan Bireyleri Tanılama Formu ile Dermatolojik Yaşam Kalite İndeksi (DLQI): Dermatology Life Quality Index) kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde sayı yüzde ve cross match analiz yöntemi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmamıza katılan otoimmün büllöz hastalık tanısı almış hastaların % 62.9’u kadın, % 37.1’i erkek olduğu belirlenmiştir. Hastaların yaşam kalitesinin genel olarak etkilerine baktığımızda, %45.7 sinin orta düzeyde etkilendiği saptanmıştır. Araştırma bulgularına göre otoimmün büllöz hastalık tanısı almış bireylerin yaşam kalitelerinin etkilenme durumlarına baktığımızda sırasıyla; 80 ve üzeri yaş grubu, erkekler, evliler, öğrenciler, üniversite mezunları ve gelir durumu giderden fazla olan bireylerin olduğu saptanmıştır. Sonuç: Araştırma bulgularına göre; otoimmün büllöz hastalık tanısı almış bireylerin yaşam kalitelerinin olumsuz yönde etkilendiğini saptanmıştır. Bu sonuca göre; literatür bakımından kısıtlı olan bu alanda tüm sağlık çalışanlarının deri hastalıklarının yaşam kalitesi üzerine etkilerini bilmesi ve bu konuda hasta ve hasta yakınlarının desteklenmesi önerilmektedir. Objective: The aim of this study is to determine the effect of dermatology quality of life of the individuals who were diagnosed with autoimmune bullose disease. Material and Method: Along with being a descriptive study, it was conducted at a training and research hospital in Dermatology Department Clinic between the dates of September 2014 - January 2015. The sample consists of 35 volunteer patients with autoimmune bullose disease who were monitored in Dermatology Department Clinic and monthly applied to the clinic. Autoimmune Bullose Disease Diagnosis Form and Dermatology Life Quality Index were used to collect data. Descriptive analysis and cross match methods were used for the analysis of the data. Findings: It was determined that among patients with autoimmune bullose disease diagnosis, 62.9% were women and 37.1% were men. 45.7% of them were moderately affected by the effects of the disease in terms of their quality of life. According to findings of the research; quality of life of the patients who were 80 years old and older, males, married ones, students, university graduates and people with high income was affected. Conclusion: According to research findings, it was detected that quality of life of the patients with autoimmune bullose disease diagnosis was negatively affected. Therefore it is suggested that health care professionals should know about the quality of life impacts of the disease and should support the patients and their relatives Daha fazlası Daha az

Mekanik Ventilasyon Desteğinde Olan Hastalarda Müzik Terapinin Sedasyon Düzeyi ve Yaşamsal Belirtiler Üzerine Etkisi: Bir Pilot Çalışma =The Effect of Music Therapy on Sedation Levels and Vital Signs of Patients under Mechanical Ventilatory Support: A Pilot Study

DERYA UZELLİ YILMAZ | ESRA AKIN | SERKAN ÇELİK | GÜLAY OYUR ÇELİK

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 3 ) , pp.21 - 27

Amaç: Araştırma, mekanik ventilasyon desteğinde olan hastalarda müzik terapinin sedasyon düzeyi ve yaşamsal belirtiler üzerine etkisini incelemek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Araştırma, deneysel desende tasarlanmış, randomize kontrollü bir pilot çalışmadır. Araştırmanın örneklemini, bir eğitim ve araştırma hastanesinin Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kliniğinde yatmakta olan, mekanik ventilasyon desteğinde olan, yetişkin yaş grubu, nörolojik ve psikiyatrik hastalık tanısı almamış, sedasyon tedavisi uygulanan, nöromüsküler bloker ilaç tedavisi almayan, yüksek doz inotrop desteğinde olmayan, hemodinamik stabilli . . .ği olan, mekanik ventilatör modları aynı, Glaskow koma skalası puanı 9 ve üstünde olan, işitme problemi olmayan hastalar oluşturmuştur. Araştırmanın verileri “Hasta Tanıtım Formu”, “Yaşamsal Belirtiler İzlem Formu” ve “Amerikan Yoğun Bakım Hemşireler Birliğinin Sedasyon Değerlendirme Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Deney grubunda yer alan hastalara 60 dakika süre ile Klasik Batı Müziği eserleri (Barok Dönemi) kulaklık ile dinlettirilmiştir. Müzik terapinin 0., 30. ve 60. dakikalarında ölçümlere ilişkin veriler ilgili formlara kaydedilmiştir. Verilerin analizinde sayı, yüzde, ortalama, The Friedman ve Wilcoxon testleri kullanılmıştır. Bulgular: Deney grubundaki hastaların müzik terapinin 0., 30. ve 60. dakikalarında ölçülen sistolik ve diyastolik kan basıncı ile oksijen satürasyonu değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunurken, kontrol grubunun aynı dakikalarda ölçülen değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Deney grubunun müzik terapinin 0. ve 60. dakikalarında Amerikan Yoğun Bakım Hemşireler Birliğinin Sedasyon Değerlendirme Ölçeği alt ölçeklerinden aldıkları puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Sonuç: Araştırmamızın sonuçları, müzik terapinin mekanik ventilasyon desteğinde olan hastalarda sedasyon ihtiyacını azalttığını, yaşam bulguların değerlerini olumlu yönde etkilediğini göstermektedir. Objective: The study was conducted to investigate the effects of music therapy on sedation levels and vital signs of patients under mechanical ventilation support. Material and Method: The study which was designed in an experimental design is a randomized controlled pilot study. The study sample was composed of patients hospitalized at Anesthesiology and Reanimation Clinic of an education and research hospital, were under mechanical support, in the adult age group, without a diagnosis of neurological and psychiatric disorder, taking sedation therapy, not receiving treatment of neuromuscular blocker medications, not in highdose inotropic support, had hemodynamic stability, had similar mechanical ventilation modes, had 9 or above Glascow coma scale, and without a hearing problem.. Data were collected with “Patient Identification Form”, “Vital Signs Patient Follow-up Form” and “Sedation Scale for the Assessment of the American Association of Intensive Care Nurses”. Intervention group patients listened up the music consists of Classical Music is “Barouque period” works by using the headphones for 60 minutes. Measurement data of the patients were recorded at baseline (0. minute), , at the 30th minute and the 60th minute of the therapy. Data were analysed with number, percentage, mean and The Friedman and Wilcoxon tests. Findings: While a significant difference for the patients in experimental group was found between systolic and dialostic blood pressure, and oxygen saturation scores at the 0th , 30th and 60th minutes of the music therapy, no significant difference between the values at the same minutes was determined for the control group. There was a statistically significant difference between the mean scores from the sub-scales of American Association of Intensive Care Nurses Scale at the 0th and 60th minutes of the music therapy of the experimental group. Conclusion: These results suggest that music therapy reduces the need for sedation in patients on mechanical ventilation support and positively affect the value of vital signs Daha fazlası Daha az

Hemşirelik Öğrencilerinin Empati Düzeylerine Göre Kültürlerarası Duyarlılıkları = Intercultural Sensitivity of Nursing Students According to Their Empathy Level

NURAY EGELİOĞLU CETİŞLİ | GÜLŞEN IŞIK | BESTE ÖZGÜVEN ÖZTORNACI | BERNA NİLGÜN ÖZGÜRSOY URAN | ELİF ÜNSAL AVDAL | EKİN DİLA TOPALOĞLU ÖREN

Makale | 2016 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi1 ( 1 ) , pp.27 - 33

Amaç: Bu çalışmanın amacı; hemşire adaylarının kültürlerarası duyarlılık ve empati düzeyleri arasındaki ilişkiyi belirlemek; birinci ve dördüncü sınıfta okuyan öğrencileri bu açıdan karşılaştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Bu araştırma; bir devlet üniversitesinin hemşirelik bölümünde öğrenim gören birinci ve dördüncü sınıf hemşirelik öğrencileri ile tanımlayıcı ve karşılaştırılmalı olarak yürütülmüştür. Veriler Birey Tanıtım Formu, Kültürlerarası Duyarlılık Ölçeği ve Temel Empati Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Araştırmanın evrenini, araştırmanın yürütüldüğü üniversitenin Hemşirelik Bölümü öğrencileri; örneklemini ise birinci ve . . . dördüncü sınıflarda öğrenim gören 320 öğrenci oluşturmuş, 195 öğrenci çalışmaya katılmayı kabul etmiştir. Bulgular: Birinci sınıfta öğrenim gören öğrencilerin yaş ortalaması 19.12±1.49 yıl, % 77.1’i kadın olup, dördüncü sınıfta öğrenim gören öğrencilerin yaş ortalaması 22.11±0.85 yıl, % 82.6’sı kadındır. Birinci sınıftaki öğrencilerin % 69.7’si başka kültürden insanlarla tanıştığını, % 51.4’ü kültürlerarası duyarlılığa ilişkin bilgi almadığını, dördüncü sınıf öğrencilerinin %84.9’u başka kültürden insanlarla tanıştığını, %65.1’i kültürlerarası duyarlılığa ilişkin bilgi almadığını ifade etmiştir. Öğrencilerin öğrenim gördükleri sınıflara göre yaş ortalamaları ve başka kültürlerden insanlarla tanışma durumları arasında fark vardır. Araştırmaya katılan öğrencilerin öğrenim gördükleri sınıflara göre Kültürlerarası Duyarlılık Ölçeği ve Temel Empati Ölçeği toplam ve alt ölçek puan ortalamaları arasında istatistiksel olarak fark yoktur. Birinci ve dördüncü sınıf öğrencilerinin Kültürlerarası Duyarlılık Ölçeği ve Temel Empati Ölçeği toplam puan ortalamaları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Sonuç: Çalışmada hemşirelik öğrencilerinin empati düzeylerinin artması ile kültürlerarası duyarlılıklarının arttığı saptanmıştır. Bu sonuca göre; hemşirelik eğitimi sırasında öğrencilerin iletişimin en temel unsuru olan empati becerisini kazanmalarının, hastaya özgü ve kültüre duyarlı bakım vermede katkısı olduğu düşünülmektedir. Objective: The purpose of this research is to determine the relationship between intercultural sensitivity and empathy level of nursing students and to compare the junior and senior students in this respect. Material and Method: This research is descriptively and comparatively carried out with freshmen and senior nursing students who attend a state university. The data have been collected by using Individual Description Form, Intercultural Sensitivity Scale and Basic Empathy Scale. Population of this research is the nursing students of the university that this research is carried out; sample of the research is 320 freshmen and senior students who are currently studying, and only 195 students accepted to join. Findings: The mean age of the freshmen was 19.12±1.49 years and 77.1% of them were women; the mean age of the seniors was 22.11±0.85 years and 82.6% of them were women. It has been designated that 69.7% of the freshmen met people from other cultures, 51.4% of them got no information about intercultural sensitivity; and 84.9% of the seniors met people from other cultures, 65.1% of them got no information about intercultural sensitivity. There is a difference between the mean age of the students and the status of meeting someone else from other cultures according to their year. There is no statistical difference between the Intercultural Sensitivity Scale and Basic Empathy Scale, mean total and sub-scale scores according to the year of the students. It has been determined that there was a positive and significant relation between the mean total scores of freshmen and senior Intercultural Sensitivity Scale and Basic Empathy Scale. Conclusion: It has been determined that as empathy level of the students increased, intercultural sensitivity of them also increased. Consequently, it is concluded that acquiring the skills of empathy during the nursing education has a contribution to making patient-specific and culture-sensitive care Daha fazlası Daha az

6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kapsamında yükümlülüklerimiz ve çerez politikamız hakkında bilgi sahibi olmak için alttaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.

creativecommons
Bu site altında yer alan tüm kaynaklar Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Platforms