Filtreler
Filtreler
Bulunan: 132 Adet 0.001 sn
Koleksiyon [5]
Tam Metin [1]
Eser Sahibi [20]
Tez Danışmanı [1]
Yayın Türü [2]
Yayıncı [6]
Yayın Tarihi [7]
Yayın Dili [2]
Konu Başlıkları [20]
Araştırmacılar
COVID-19 Pandemisinde Transfüzyona Bağımlı Talasemili Çocukların Kan Transfüzyon Süreci ve Hemşirelik Yönetimi

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi6 ( 2 ) , pp.127 - 130

Amaç: COVID-19 salgını 2019’un sonlarında Çin’in Wuhan kentinde başlamış olup küresel olarak yayılmaya devam etmektedir. COVID-19’un ortaya çıkmasından bu yana kan bağışı sayısı ciddi oranda hem ülkemizde hem de dünya genelinde azalmıştır. Düzenli kan transfüzyonu tedavisi gerektirenler için de kan bağışlarının azalması ciddi bir endişe kaynağı oluşturmaktadır. Bazı ülkelerde transfüzyona bağımlı talasemili çocukların neredeyse yarısına yetersiz kan transfüzyonu uygulandığı belirtilmektedir. Ülkemizdeki sokağa çıkma yasakları, şehirlerarası ulaşım engelleri nedeni ile çocuklar ve ebeveynleri kan transfüzyonu için rutin bakım aldıkla . . .rı kliniklere gitmekte zorluk yaşamaktadır. Ayrıca bu kısıtlamalar, gönüllü kan bağışlarının sayısını büyük ölçüde azaltarak, kan bankalarının stoklarında ciddi oranda azalmaya neden olmuştur. Talasemili çocukların kan transfüzyonu sürecinde; sosyal mesafe kurallarına dikkat edilmiş, maske takılması sağlanmış, hasta randevuları sınırlandırılmış, refakatçi sınırlaması yapılmıştır. Hemşireler, hastalarda tek kullanımlık malzemeler kullanmış ve hemşireler koruyucu ekipman kullanmıştır. COVID-19’un ortaya çıkmasıyla transfüzyona bağımlı talasemili çocuklar, kan rezervlerinin azalmasına bağlı olarak tedavi ve bakım sürecinde güçlük yaşayabilmektedir. Buna bağlı olarak gelecekte, COVID-19 pandemisi gibi bir kriz sırasında halk sağlığı hazırlık stratejisinde, özellikle talasemiye yatkın ülkelerde transfüzyon bağımlı hastalar konusuna öncelik verilmelidir Daha fazlası Daha az

Üst Servikal Omurga: Anatomi, Patofizyoloji ve Klinik Tablo

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi6 ( 2 ) , pp.117 - 120

Kranioservikal bileşke “foramen magnum (oksiput), C1 (atlas), C2 (axis) ve araya giren tendonlar ve bağları çevreleyen oksipital kemik dahil olmak üzere kafatasının tabanı ile ‘’servikal omurganın birleşimi” olarak tanımlanır. Oksipital kondiller ve kompleks bağ sistemi arasındaki özel eklemler, bu üç yapıyı tek bir fonksiyonel birime bağlar. Bu sistem, kafa tabanından C2'ye uzanan nörovasküler yapıları içerir. C1 ve C2 disfonksiyonu, doğrudan medulla spinalisin mekanik irritasyonu yoluyla ve dolaylı olarak vasküler yapıları etkileyerek nörolojik hasar oluşturabilir. Ayrıca Dentate ligaman aracılığı ile medulla spinalise benzersiz b . . .ir şekilde bağlanmalarından dolayı üst servikal omurga disfonksiyonları, medulla spinalise doğrudan bası yaparak deforme edebilir. Mekanik irritasyon, damarlarda staz ile beraber venöz tıkanmaya neden olur. Bu durum, üst servikal kordun belirli bölgelerinde anoksiye neden olabilir. Sonuç olarak üst servikal omurga disfonksyonları vücutta nörolojik ve kas iskelet sistemi problemlerinin gelişmesine neden olur. The craniocervical junction is defined as "the fusion of the base of the skull with the cervical spine, including the foramen magnum (occiput), C1 (atlas), C2 (axis), and the occipital bone surrounding the intervening tendons and ligaments". This includes neurovascular structures extending from the skull base to C2. C1 and C2 dysfunction may cause neurological damage directly through mechanical irritation of the spinal cord and indirectly by affecting vascular structures. Because of their unique attachment to the spinal cord via dentate ligaments, upper cervical spine dysfunctions can directly compress and deform the spinal cord. Mechanical irritation may cause venous occlusion together with stasis in the veins. This condition can cause anoxia in certain areas of the upper cervical cord. As a result, upper cervical spine dysfunctions lead to the development of neurological and musculoskeletal system problems in the bod Daha fazlası Daha az

Prevalence of Premenstrual Syndrome and Using Traditional and Complementary Medicine Therapies Among Nursing Students

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi6 ( 2 ) , pp.109 - 115

Amaç: Bu çalışmanın amacı hemşirelik öğrencilerinde premenstrual sendrom prevalansı ve geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemleri kullanımını belirlemektir. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu araştırma, Türkiye'de bir üniversitede 187 hemşirelik öğrencisi ile gerçekleştirildi. Veriler, bilgi formu ve Premenstrual Sendrom Ölçeği kullanılarak elde edildi. Bulgular: Öğrencilerin yaş ortalaması 21,14 ± 1,74 yıl ve ortalama menarş yaşı 13,01 ± 1,22 yıldı. Ortalama adet döngüsü 29,02 ± 5,86 gün ve ortalama adet süresi 6,04 ± 1,29 gün olarak bulundu. Premenstrual sendrom prevalansının %70,7 olduğu belirlendi. Premenstrual Se . . .ndrom Ölçeği ile anne eğitim düzeyi (χ² = 24,410; p = 0,000), sigara kullanımı (χ² = 15,930; p = 0,001), annede premenstrual sendrom semptomlarının varlığı (χ² = 13,579; p = 0,001) ve kız kardeşte premenstrual sendrom semptomlarının varlığı (χ² = 11,591; p = 0,009) arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu. Öğrencilerin %97,9'unun geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerini kullandığı belirlendi. Geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerinden en çok kullanılan zihin-beden tekniği ısı tedavisi (%77), en çok kullanılan fitoterapi yöntemi papatya (%9,1) ve en çok kullanılan diyet tedavisi ise sıcak içecekler (% 4,8) idi. Sonuç: Öğrencilerin çoğunluğunun premenstrual semptom varlığı gösterdiği belirlendi. Öğrencilerin büyük bir kısmının premenstrual sendrom semptomlarıyla başa çıkmak için geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemlerini kullandığı bulundu. En çok kullanılan geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemleri zihin-beden teknikleriydi. Ayrıca aile öyküsü, annenin eğitim düzeyi ve sigara kullanımı gibi faktörlerin premenstrual sendrom üzerine etkili olduğu görüldü. Objective: To determine the prevalence of premenstrual syndrome and using traditional and complementary medicine among nursing students. Material and Method: This descriptive and cross-sectional study was conducted with 187 nursing students in a university, Turkey. The data was collected using the Information form and the Premenstrual Syndrome Scale. Data was evaluated in SPSS (Windows 15.0) program. Results: The mean age of the students was 21.14±1.74 years, and the mean menarche age was 13.01±1.22 years. The mean menstruation cycle was 29.02±5.86 days, and the mean menstruation duration was 6.04±1.29 days. The prevalence of premenstrual syndrome was found 70.7%. There was a statistically significant relationship between Premenstrual Syndrome Scale mean score and mother education level (χ²=24.410; p=0.000), smoking (χ²=15.930; p=0.001), premenstrual syndrome symptoms in mother (χ²=13.579; p=0.001) and premenstrual syndrome symptoms in sister (χ²=11.591; p=0.009). The 97.9% of students used traditional and complementary medicine therapies. The most used mind-body practices was heat therapy (77%), the most used phytotherapy was chamomile (9.1%), and the most used dietary therapy was hot drinks (4.8%). Conclusion: It was determined that the majority of nursing students had premenstrual syndrome. Most of them were used traditional and complementary medicine therapies to cope with premenstrual syndrome symptoms. The most used traditional and complementary medicine therapies were mind-body practices. Besides, family history, education level of mother and smoking were affecting factors for premenstrual syndrome Daha fazlası Daha az

Çocuk Sağlığı Bağlamında Savaş, Göç ve Pediatri Hemşireliği

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi6 ( 2 ) , pp.121 - 126

Savaş ve beraberinde gelişen göçe maruz kalan çocukların sağlıkları fiziksel, psikolojik ve sosyal açılardan risk altındadır. Mülteci çocuklar; malnütrisyona maruz kalmış, gelişimsel destekten yoksun, bulaşıcı ve ruhsal hastalıklar açısından risk altında, her türlü istismar ve ihmale açık, eğitim hakları ellerinden alınmış, çalışmaya ve suç işlemeye itilmiş durumdadırlar. Pediyatri hemşireleri, çocuk sağlığını tehdit eden sorunların saptanması, çözümünde multidisipliner ve ilgili multisektöriyel iş birliği halinde çalışan en üst düzeyde sağlık bakımı veren, alanında uzmanlaşmış kişilerdir. Savaş ve beraberinde göçe maruz kalmış çocu . . .kların sağlıkları ile ilgili gerçekleştirilecek çalışmalarda pediyatri hemşirelerine anahtar roller düşmektedir. Bu çalışma ile savaş ve göçe maruz kalmış çocukların sağlıklarının sürdürülmesinde pediyatri hemşirelerinin rollerinin önemi dikkatlere sunulmaktadır. The health of children exposed to war and ensuing migration, is physically, psychologically, and socially at risk. Refugee children have been exposed to malnutrition, they lack developmental support, they are at risk for infectious and mental diseases, they are open to all kinds of abuse and neglect, their education rights are taken from them, and they are forced to work and crime. As experts in their field, pediatric nurses provide the highest level of health care, and work in a multidisciplinary fashion and in collaboration with different sectors to the detect and solve the problems that threaten the health of children. Pediatric nurses have key roles in the studies on the health of children who have been exposed to war and migration. This study discusses the important role the pediatric nurses play in maintaining the health of children exposed to war and migration Daha fazlası Daha az

“Lokma” Kızartma İşlemi Sırasında Palm Olein ve Ayçiçeği Yağının Kızartma Performansının Karşılaştırılması

DİLEK ONGAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.47 - 55

Amaç: İzmir halkının sıklıkla tükettiği lokma tatlısında ve kızartıldığı yağda görülen fiziko-kimyasal değişiklikler sonucu oluşan bileşiklerin miktarının sağlık üzerine olası etkisi hakkında bilgi sahibi olmak halk sağlığı açısından önemlidir. Bu araştırma, İzmir ilinde “lokma” tatlısı yapan bir pastaneden alınan lokma hamurunun, ayçiçeği yağı ve palm olein yağında 8 parti halinde kızartılarak yağların kızartma performanslarının izlenmesi amacıyla yürütülmüştür. Gereç ve Yöntem: Kızartma performansları açısından yağların serbest yağ asidi (SYA), toplam polar madde (%TPM) miktarı, toplam oksidasyon değeri (TOTOX), peroksit değeri . . .(PD) ve p-anisidin değeri (p-AV) literatüre uygun yöntemlerle belirlenmiş, son kızartılmış lokmanın yağ çekme oranı ölçülmüştür. Tüm ölçümler iki kez gerçekleştirilmiş, elde edilen değerlerin ortalaması verilmiştir. Bulgular: Ayçiçeği yağında kızartılan son lokmanın yağ çekme miktarı (%8,3), palm oleinde kızartılan lokmadakine (%6,5) göre yüksektir. Lokma kızartılan ayçiçeği yağının p-AV: 180 iken, palm oleinin p-AV: 102 olup, her iki yağın %TPM değerleri (ayçiçeği yağında: %18, palm oleinde: %12,5) kızartma yağları için önerilen yasal sınırın altında bulunmuştur. Palm olein yağının %TPM’deki artış hızı ve SYA miktarının artış ivmesi ayçiçeği yağına göre daha düşüktür. Sonuç: Sonuçlar palm olein yağının, derin yağda lokma kızartma işleminde, ayçiçeği yağına göre oksidatif olarak daha dayanıklı olduğunu göstermiştir. Objective: To have information about the possible health impact by knowing the number of compounds that may occur due to the physico-chemical changes seen in the “lokma” dessert and fried oil is important in terms of public health. This research was conducted in order to compare the frying performances of sunflower oil and palm olein oil in which the lokma dough was fried in 8 batches taken from a patisserie that makes “lokma” in Izmir. Material and Method: Frying performances were determined by the amounts of free fatty acid (FFA), total polar compounds (TPC%), total oxidation value (TOTOX), peroxide value (PV), and p-anisidine values (p-AV) methods in accordance with the literature, and the oil absorption rate of the last fried “lokma” was also measured. All measurements were carried out twice, and the mean of the obtained values was given. Results: Fat absorption rate of the last lokma from sunflower oil (8,3%) was higher than palm olein (6,5%). p-AV of sunflower oil was 180, and p-AV of palm olein was 102. The last TPC values of both oils (sunflower oil: 18%, palm olein: 12.5%) were found below the recommended legal limit for frying oils. The increased rate of TPC% and the acceleration of FFA amount of palm olein oil were lower than sunflower oil. Conclusion: The results showed that palm olein oil was more oxidatively stable in deep lokma frying than sunflower oil Daha fazlası Daha az

Hemşirelik Öğrencileri Bakış Açısıyla “Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddet”

DİLEK ONGAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.57 - 62

Amaç: Çalışma, hemşirelik öğrencilerinin sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ile ilgili görüşlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırma 25 Ocak-26 Şubat 2020 tarihleri arasında bir sağlık yüksekokulunda öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı kabul eden 295 hemşirelik öğrencisi ile yapılmıştır. Araştırmacılar tarafından literatür taranarak oluşturulan kişisel bilgilerin ve şiddete ilişkin görüşlerin yer aldığı veri toplama formu kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesi sayı-yüzde dağılımı ve Ki-kare analizleriyle yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 20,40±1,52’dir, %63,1’i kadı . . .n, %38’inin ikinci sınıf ve %85,4’ünün sağlık çalışanına şiddet ile ilgili eğitim almadığı görülmüştür. Çalışma sonuçlarına göre, sağlık çalışanına yönelik şiddet nedeni hasta/hasta yakınlarının sabırsızlığı ve hastanelerin kalabalık oluşu olarak belirtilmiştir. Öğrencilerin %18,3’ünün sağlık çalışanına yapılan şiddete ilişkin cezai işlemler konusunda bilgi sahibi olduğu, bunların da %77,8’inin bu cezaların caydırıcı olmadığını düşündüğü bulunmuştur. Ayrıca öğrencilerin %52,5’i medyadaki haber ve dizilerin sağlık çalışanına yönelik şiddet eğilimini arttırdığını düşünmektedir. Sonuç: Hemşirelik öğrencilerinin yaklaşık dörtte biri, sağlık çalışanlarına yönelik yapılan şiddet olayına tanık olmuştur ve şiddetin birçok nedeni olduğunu düşünmektedir. Geleceğin hemşireleri olan hemşirelik öğrencilerinin bu nedenlerin farkında olmasının ve şiddet konusunda bilinçlendirilmesinin önemli olduğu düşünülmektedir. Objective: The study was conducted to determine nursing students' views on violence against healthcare workers. Material and Method: The research was conducted with 295 nursing students who attended a health school and agreed to participate in the study between January 25 and February 26, 2020. A data collection form containing personal information and opinions regarding violence, created by the researchers by scanning the literature, was used. The evaluation of the data was made by number-percentage distribution and Chisquare analysis. Results: The mean age of the participants in the study is 20.40 ± 1.52, 63.1% of them are women, 38% of them are second class, and 85.4% of the healthcare workers did not receive training on violence. According to the results of the study, the cause of violence to healthcare workers was stated as impatience of patients/relatives and crowded hospitals. It was found that 18.3% of the students were informed about the criminal proceedings related to the violence against the health workers, and 77.8% of them thought that these punishments were not deterrent. In addition, 52.5% of the students think that the news and serials in the media increase the tendency to violence against healthcare workers. Conclusion: Approximately a quarter of nursing students has witnessed violence against healthcare workers and thinks that the violence has many causes. It is thought that it is important for nursing students, who are the future nurses, to be aware of these reasons and raise awareness about violence Daha fazlası Daha az

Annelerin Postpartum Hemoglobin Düzeyinin Doğum Sonu Yaşam Kalitesi, Yorgunluk ve Depresyon Üzerine Etkisi

NURAY EGELİOĞLU CETİŞLİ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.63 - 70

Amaç: Bu çalışmanın amacı, annelerin postpartum hemoglobin düzeyinin doğum sonu yaşam kalitesi, yorgunluk ve depresyon düzeyleri üzerine etkisini incelemektir. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma, Mart 2019-Şubat 2020 tarihleri arasında Bursa Mustafakemalpaşa Devlet Hastanesi’ne spontan vajinal doğum yapmak amacıyla başvuran ve örneklem kriterlerine uyan 141 gebe ile yürütülmüştür. Verilerin toplanmasında Birey Tanıtım Formu, Yaşam Kalitesi Ölçeği Kısa Form-36, Yorgunluk İçin Görsel Benzerlik Skalası ve Edinburgh Postpartum Depresyon Ölçeği kullanılmıştır. Veriler araştırmacı tarafından anneler ile üç görüşme (hastaneye . . . kabul sırasında, postpartum 24. saat ve postpartum 40.gün) yapılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler, nonparametrik testler ve korelasyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmada annelerin yorgunluk ve enerji düzeylerinin, hastaneye kabul sırasındaki değerler ile karşılaştırıldığında postpartum 24. saat ve 40. günde artış gösterdiği, postpartum 40. günde depresyon düzeylerinin postpartum 24. saate göre daha düşük olduğu ve depresyon riskinin gerilediği belirlenmiştir. Ayrıca annelerin hemoglobin düzeyinin artması ile yorgunluk düzeylerinin düştüğü, enerji düzeylerinin arttığı, depresyon düzeylerinin azaldığı bulunurken hemoglobin düzeyi ile yaşam kaliteleri arasında ilişki olmadığı belirlenmiştir Sonuç: Sağlık çalışanları hem gebelik hem de postpartum dönemde anne sağlığını olumsuz etkileyen aneminin önlenmesi için uygun girişimleri ve bütüncül bakımı planlamalıdır. Objective: The aim of this study is to examine the effects of postpartum hemoglobin level of the mothers on the postnatal life quality, fatigue and depression levels. Material and Method: The descriptive study was conducted with 141 pregnant women who applied to Bursa Mustafakemalpaşa State Hospital for giving spontaneous vaginal delivery between March 2019 and February 2020 and have the sampling criteria. The data were collected by using the Personel Description Form, Short Form-36 Quality of Life Scale, Visual Analogue Scale for Fatigue and Edinburgh Postpartum Depression Scale by the researcher by conducting three interviews with the mothers (at the time of admission to the hospital, postpartum 24th hour and postpartum 40th day). To evaluate the data descriptive statistics, nonparametric tests and correlation analysis were used. Results: In the study, it was determined that fatigue and energy levels of mothers increased at the postpartum 24th hour and 40th days when compared with the values at the time of admission to the hospital, depression levels were lower on the postpartum 40th day compared to the postpartum 24th hour and the risk of depression decreased. In addition, it was found that with the increase in hemoglobin level of the mothers, fatigue levels decreased, energy levels increased, and depression levels decreased, while there was no relationship between hemoglobin level and quality of life. Conclusion: Healthcare professionals should plan appropriate interventions and holistic care to prevent anemia that negatively affects maternal health both during pregnancy and postpartum periods Daha fazlası Daha az

Hemşirelerin Kimlik Doğrulama Uygulamalarının Belirlenmesi

NURAY EGELİOĞLU CETİŞLİ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.71 - 76

Amaç: Bu çalışma özel bir hastanede çalışan hemşirelerin kimlik doğrulama ile ilgili uygulamalarını belirlemek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma, kesitsel tanımlayıcı türde bir çalışmadır. Çalışmanın evrenini özel bir hastanenin yatan hasta katları, doğumhane, poliklinikler, acil servis ve yoğun bakımında çalışan, iki aylık deneme süresini doldurmuş, hasta bakım, tedavi ve izleminde birebir yer alan 92 hemşire, örneklemini çalışmaya katılmayı kabul eden 84 hemşire oluşturmuştur. Çalışmanın verileri, araştırmacı tarafından oluşturulan “Genel Bilgi Formu” ve “Kimlik Doğrulama İzlem Formu” kullanılarak toplanmıştır. Bu . . .lgular: Çalışmada katılımcıların %89,3’ü her zaman kol bandı taktığını ifade etmiş ancak yapılan gözlemlerde %72,6’sının kol bandı taktığı belirlenmiştir. Katılımcıların %72,6’sı her zaman kimlik doğrulama yaptığını belirtmesine karşın %58,3’nün kimlik doğrulaması yaptığı görülmüştür. Kimlik doğrulaması yapmadığı durumların olduğunu belirtenler (%11,9), hastasını tanıdığını için doğrulama yapmadığını ifade etmişlerdir (%16,7). Çalışmada doğumhane (%100) ve yatan hasta katlarında (%93,9) çalışan hemşirelerin kol bandı takma oranı acil servis (%38,5) ve yoğun bakımda (%47,6) çalışan hemşirelerin kol bandı takma oranından yüksek bulunmuştur. Çalışamaya katılanların %58,3’ü çalışma ortamlarında kimlik doğrulama hatası ile karşılaştıklarını, %96,4’ü ise yapılan hatanın bildirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Sonuç: Çalışma sonucunda, sağlıkta kalite standartları ve kurum prosedürlerinde tanımlı olan kimlik doğrulama prosedürünün çalışanlar tarafından bilindiği ancak benimsenmesi ve uygulanması noktasında eksiklikler olduğu görülmüştür. Bu nedenle tıbbi hataların önlenmesinde kimlik doğrulamanın önemi ve çalışanların bu konudaki sorumlulukları hakkında düzenli programlar uygulanması önerilir. Objective: This study was conducted to determine the practices of nurses working in a private hospital related to identitiy verification. Material and Method: This study was a cross-sectional descriptive study. The population of the study consisted of 92 nurses who worked in the inpatient floors, delivery room, polyclinic, emergency room and intensive care unit of a private hospital, and completed the two-month trial period, and primarily involved in care, treatment, and follow-up, the sample of the study consisted of 84 nurses who agreed to participate in the study. The data of the study were collected using the “General Information Form” and “Identitiy Verification Observation Form” created by the researcher. Results: Of the participants, 89.3% stated that they always wear an armband, but in the observations, it was determined that only 72.6% wore an armband. Only 58.3% of the participants verify the identities of their patients, even though 72.6% of the participants stated that they always perform identity verification. Participants who have specified that they don’t always verify the identities of the patients (11.9%) stated that they did not do it because they already knew their patient (16.7%). In the study, the rate of wearing wristband to the patient by nurses working in the delivery room (100%) and inpatient floor (93.9%) was found to be higher than the rate of wearing wristband to the patient by the nurses working in the emergency service (38.5%) and intensive care units (47.6%). 58.3% of the participants in the study stated that they encountered identity verification errors in their working environment, and 96.4% stated that the error should be reported. Conclusion: As a result of the research, it has been observed that the identity verification procedure, which was also defined in health quality standards and institutional procedures, was known by the employees, but there were deficiencies in its adoption and implementation. Therefore, it is recommended to implement regular programs about the importance of identitiy verification in preventing medical errors and the responsibilities of employees in this regard Daha fazlası Daha az

Aile Sağlığı Merkezine Başvuran Gebelerin Bağışıklama Durumlarının Belirlenmesi

FEYZA DERELİ | GAMZE KUNDAKÇI | JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | GÜLÇİN UYANIK | MEDİNE YILMAZ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.77 - 83

Amaç: Araştırmanın amacı, aile sağlığı merkezlerine başvuran gebelerin bağışıklama durumlarının belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Karşılaştırmalı-tanımlayıcı desendeki araştırma, İzmir merkez ilçesinde yer alan 10 aile sağlığı merkezinde görüşülen 1021 gebe ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, görüşme formu ile toplanmıştır. Veriler sayı, yüzde, varyans ve ki-kare analizi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Gebelerin yaş ortalaması 27,96±4,89 olup %43,9’u lise mezunudur. Gebelik sayısı medyanı iki ve canlı doğum sayısı birdir. Gebelerin %82,2’si aşılanma ile ilgili bilgi almış olup, bunlardan %75,8’inin bilgi kaynağı sağlık çalışan . . .larıdır. Gebelerin %37,8’i aşı kartı olmadığını bildirmiştir. Gebelik döneminde gebelerin %63,2’si tetanoz, %10,3’ü hepatit B, %11,9’u grip, %3,4’ü pnömokok, %3,0’ü kuduz aşısı yaptırmıştır. Gebelerin eğitim, gelir düzeyi, çalışma durumu, son bir yılda aile sağlığı merkezine gelme durumu, planlı gebelik durumu ile aşılarla ilgili bilgi alma ve aşı kartı bulunma durumu arasında anlamlı fark olduğu saptanmıştır ( Daha fazlası Daha az

Ebeveynlerin Okul Sağlığı Hemşiresinin Rollerini Algılamaları

JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | MELEK ARDAHAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.85 - 91

Amaç: Bu çalışmanın amacı, ebeveynlerin okul sağlığı hemşiresinin rollerini nasıl algıladıklarının belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Bu karşılaştırmalı-tanımlayıcı araştırmanın örneklemini İzmir’de öğrenim gören çocukların ebeveynleri (n=422) oluşturdu. Veriler Kişisel Bilgi Formu ve “Öğretmen ve Ebeveynlere Yönelik Okul Sağlığı Hemşireliği Rol Algısı Ölçeği” ile toplandı. Veriler bağımsız örneklemler için t testi, Mann-Whitney U testi, Kruskall-Wallis ve tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Ebeveynlerin yaş ortalaması 39,77±6,94 yıldı (18-60 yıl). Velilerin %88,2’si okulda bir hemşire bulunmasını ço . . .k önemsediklerini bildirdi. Velilerin %64,2’si hemşirenin eğitiminin en az lisans düzeyinde olması gerektiğini ifade etti. Ortalama Öğretmen ve Ebeveynlere Yönelik Okul Sağlığı Hemşireliği Rol Algısı Ölçeği skoru 108,55±31,12 (54-270) idi. Ebeveynlerin tüm okullarda hemşire olmasını isteme durumuna göre “hastalıkları önleme ve danışmanlık” boyutu arasında (p≤ 0,05) ve “eğitim ve uygulama” boyutu arasında anlamlı farklar olduğu (p≤0,01) saptandı. Ebeveynlerin okul sağlığı hemşiresi hakkındaki farkındalık durumlarının “hasta/sağlıklı bireyin bakımı ve ilk yardım” ( Daha fazlası Daha az

The Effects of Functional Hip Calibration Movements on the Kinematic Data of Gait Analysis in Children with Cerebral Palsy

ORHAN ÖZTÜRK

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi6 ( 3 ) , pp.109 - 114

Objective: Although there are studies investigating the effects of functional hip calibration movements on the hip joint centre in gait analysis, the clinical reflections of these calibration movements have not been examined. The aim of the present study is to examine the effects of hip joint centres obtained with three different functional calibration movements (Flexion/ Extension-Abduction/Adduction-Circumduction (FAC), Modified Star Motion (Mstar) and Contra Lateral Side Modified Star Motion (CsMstar)) on kinematic outcomes. Material and Method: Twenty-three participants with cerebral palsy (10 female, 13 male, mean age: 15.57 ±7 . . ..55 years) were included in the study. The hip joint centre was determined by using the functional method in gait analysis by performing three different calibration movements. Kinematic data of the lower extremities were obtained via three-dimensional gait analysis. The effects of functional hip joint centres on kinematic results were evaluated by using the Gait Profile Score (GPS) and peak kinematic values. In addition, the root mean square difference (RMS) and the mean difference of the kinematic waveforms were investigated. Results: GPS value, obtained with FAC calibration movement, was statistically different from Mstar and CsMstar ( Daha fazlası Daha az

Ayak ve Ayak Bileği Patolojilerinin ve Aksesuar Kemiklerinin Manyetik Rezonans Görüntüleme ile Değerlendirilmesi

ORHAN ÖZTÜRK

Makale | 2022 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi7 ( 2 ) , pp.295 - 298

Amaç: Ayaktaki patolojilerin ve aksesuar kemiklerin ayak ve ayak bileği manyetik rezonans (MR) ile incelenmesi ve sonuçlarının belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: 1 Ocak 2015 ile 31 Aralık 2015 tarihleri arasında Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon ile Ortopedi polikliniğine başvuran, ayak ve ayak bileği MR uygulanan 18 yaş üstü olgular retrospektif olarak değerlendirildi. 462 olgu, 255 kadın ve 207 erkek çalışmaya dahil edildi. Ayak patolojileri ve aksesuar kemikler MR resmi okuma raporlarından değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya toplam 462 olgu dahil edildi. Ayak patolojilerinin %49,1 sağ tarafta ve %50,9 sol tarafta tespit edildi. Akse . . .suar kemikler; os trigonum (%1,9), aksesuar naviküler kemik (%0,4) olarak belirlendi. MR bulguları; tibiotalar efüzyon (%50), intramedüller lezyon (%14,3), fleksör hallusis longus tendiniti (%21), anterior talofibular ligament yaralanması (%6,5), posterior talofibular ligament yaralanması (%5,4), osteomiyelit (%0,4), morton nöroma (%13,6), aşil tendiniti (%3,2), kist ( % 12,1), halluks valgus deformitesi (%2,2), avasküler nekroz (%1,7), peroneal tendinit (%5), ekstansör tendinit (%2,4), yeni kırık (%2,2), tibialis posterior tendinit (%6,1), fleksör digitorum longus tendinit (%5), retrotalar bursit (%4,3), koalisyon (%0,2), tümör (%1,3), tibiotalar tendinit (%5,4))olarak tanımlanmıştır. Sonuç: Ayağın patolojilerinin ve aksesuar kemiklerin sıklığı ile dağılımı MR kullanarak saptandı. Bu çalışmada, en sık görülen aksesuar kemik os trigonum olarak belirlendi. Ayrıca, çalışma sonuçlarına göre en yaygın patoloji tibiotalar efüzyon olarak tespit edildi. Bu çalışmada önceki çalışmaların aksine, aksesuar kemikler küçük bir grup olarak belirlenmiştir. MR, aksesuar kemikler ve yumuşak doku lezyonlarını değerlendirmek için yararlıdır. Objective: Examination of foot pathologies and accessory bones with foot and ankle magnetic resonance imaging (MRI) and determining the results. Material and Method: The results of the cases over the age of 18 who applied to the Physical Medicine and Rehabilitation and Orthopedics outpatient clinic between January 1, 2015 and December 31, 2015 and underwent MRI of the foot and ankle were evaluated retrospectively. 462 cases, 255 women, and 207 men were included in the study. All results were evaluated. Foot pathologies and accessory bones were evaluated from MR official reading reports. Results: A total of 462 cases were included in the study. 49.1% of the foot pathologies were detected on the right side and 50.9% on the left side. Accessory bones were determined as os trigonum (1.9%) and accessory navicular bone (0.4%). MRI findings were defined as; tibiotalar effusion (50%), (20.1%), intramedullary lesion (14.3%), flexor hallucis longus tendinitis (21%), anterior talofibular ligament injury (6.5%), posterior talofibular ligament injury (5.4%), osteomyelitis (0.4%), Morton's neuroma (13.6%), Achilles tendinitis (3.2%), cyst (12.1%), hallux valgus deformity (2.2%), avascular necrosis (1.7%), peroneal tendinitis (5%), extensor tendinitis (2.4%), recent fracture (2.2%), tibialis posterior tendinitis (6.1%), flexor digitorum longus tendonitis (5%), retrotalar bursitis (4.3%), coalition (0.2%), tumor (1.3%), tibiotalar tendinitis (5.4%). Conclusion: The frequency and distribution of foot pathologies and accessory bones were determined using MRI. In this study, the most common accessory bone was determined as os trigonum. In addition, according to the results of the study, the most common pathology was tibiotalar effusion. In this study, in contrast to previous studies, accessory bones were identified as a small group. MRI is useful for evaluating accessory bones and soft tissue lesions Daha fazlası Daha az


6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kapsamında yükümlülüklerimiz ve çerez politikamız hakkında bilgi sahibi olmak için alttaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.


Bu site altında yer alan tüm kaynaklar Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.