Filtreler
Filtreler
Bulunan: 83 Adet 0.001 sn
Araştırmacılar
“Lokma” Kızartma İşlemi Sırasında Palm Olein ve Ayçiçeği Yağının Kızartma Performansının Karşılaştırılması

DİLEK ONGAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.47 - 55

Amaç: İzmir halkının sıklıkla tükettiği lokma tatlısında ve kızartıldığı yağda görülen fiziko-kimyasal değişiklikler sonucu oluşan bileşiklerin miktarının sağlık üzerine olası etkisi hakkında bilgi sahibi olmak halk sağlığı açısından önemlidir. Bu araştırma, İzmir ilinde “lokma” tatlısı yapan bir pastaneden alınan lokma hamurunun, ayçiçeği yağı ve palm olein yağında 8 parti halinde kızartılarak yağların kızartma performanslarının izlenmesi amacıyla yürütülmüştür. Gereç ve Yöntem: Kızartma performansları açısından yağların serbest yağ asidi (SYA), toplam polar madde (%TPM) miktarı, toplam oksidasyon değeri (TOTOX), peroksit değeri . . .(PD) ve p-anisidin değeri (p-AV) literatüre uygun yöntemlerle belirlenmiş, son kızartılmış lokmanın yağ çekme oranı ölçülmüştür. Tüm ölçümler iki kez gerçekleştirilmiş, elde edilen değerlerin ortalaması verilmiştir. Bulgular: Ayçiçeği yağında kızartılan son lokmanın yağ çekme miktarı (%8,3), palm oleinde kızartılan lokmadakine (%6,5) göre yüksektir. Lokma kızartılan ayçiçeği yağının p-AV: 180 iken, palm oleinin p-AV: 102 olup, her iki yağın %TPM değerleri (ayçiçeği yağında: %18, palm oleinde: %12,5) kızartma yağları için önerilen yasal sınırın altında bulunmuştur. Palm olein yağının %TPM’deki artış hızı ve SYA miktarının artış ivmesi ayçiçeği yağına göre daha düşüktür. Sonuç: Sonuçlar palm olein yağının, derin yağda lokma kızartma işleminde, ayçiçeği yağına göre oksidatif olarak daha dayanıklı olduğunu göstermiştir. Objective: To have information about the possible health impact by knowing the number of compounds that may occur due to the physico-chemical changes seen in the “lokma” dessert and fried oil is important in terms of public health. This research was conducted in order to compare the frying performances of sunflower oil and palm olein oil in which the lokma dough was fried in 8 batches taken from a patisserie that makes “lokma” in Izmir. Material and Method: Frying performances were determined by the amounts of free fatty acid (FFA), total polar compounds (TPC%), total oxidation value (TOTOX), peroxide value (PV), and p-anisidine values (p-AV) methods in accordance with the literature, and the oil absorption rate of the last fried “lokma” was also measured. All measurements were carried out twice, and the mean of the obtained values was given. Results: Fat absorption rate of the last lokma from sunflower oil (8,3%) was higher than palm olein (6,5%). p-AV of sunflower oil was 180, and p-AV of palm olein was 102. The last TPC values of both oils (sunflower oil: 18%, palm olein: 12.5%) were found below the recommended legal limit for frying oils. The increased rate of TPC% and the acceleration of FFA amount of palm olein oil were lower than sunflower oil. Conclusion: The results showed that palm olein oil was more oxidatively stable in deep lokma frying than sunflower oil Daha fazlası Daha az

Hemşirelik Öğrencileri Bakış Açısıyla “Sağlık Çalışanlarına Yönelik Şiddet”

DİLEK ONGAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.57 - 62

Amaç: Çalışma, hemşirelik öğrencilerinin sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ile ilgili görüşlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Araştırma 25 Ocak-26 Şubat 2020 tarihleri arasında bir sağlık yüksekokulunda öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı kabul eden 295 hemşirelik öğrencisi ile yapılmıştır. Araştırmacılar tarafından literatür taranarak oluşturulan kişisel bilgilerin ve şiddete ilişkin görüşlerin yer aldığı veri toplama formu kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesi sayı-yüzde dağılımı ve Ki-kare analizleriyle yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 20,40±1,52’dir, %63,1’i kadı . . .n, %38’inin ikinci sınıf ve %85,4’ünün sağlık çalışanına şiddet ile ilgili eğitim almadığı görülmüştür. Çalışma sonuçlarına göre, sağlık çalışanına yönelik şiddet nedeni hasta/hasta yakınlarının sabırsızlığı ve hastanelerin kalabalık oluşu olarak belirtilmiştir. Öğrencilerin %18,3’ünün sağlık çalışanına yapılan şiddete ilişkin cezai işlemler konusunda bilgi sahibi olduğu, bunların da %77,8’inin bu cezaların caydırıcı olmadığını düşündüğü bulunmuştur. Ayrıca öğrencilerin %52,5’i medyadaki haber ve dizilerin sağlık çalışanına yönelik şiddet eğilimini arttırdığını düşünmektedir. Sonuç: Hemşirelik öğrencilerinin yaklaşık dörtte biri, sağlık çalışanlarına yönelik yapılan şiddet olayına tanık olmuştur ve şiddetin birçok nedeni olduğunu düşünmektedir. Geleceğin hemşireleri olan hemşirelik öğrencilerinin bu nedenlerin farkında olmasının ve şiddet konusunda bilinçlendirilmesinin önemli olduğu düşünülmektedir. Objective: The study was conducted to determine nursing students' views on violence against healthcare workers. Material and Method: The research was conducted with 295 nursing students who attended a health school and agreed to participate in the study between January 25 and February 26, 2020. A data collection form containing personal information and opinions regarding violence, created by the researchers by scanning the literature, was used. The evaluation of the data was made by number-percentage distribution and Chisquare analysis. Results: The mean age of the participants in the study is 20.40 ± 1.52, 63.1% of them are women, 38% of them are second class, and 85.4% of the healthcare workers did not receive training on violence. According to the results of the study, the cause of violence to healthcare workers was stated as impatience of patients/relatives and crowded hospitals. It was found that 18.3% of the students were informed about the criminal proceedings related to the violence against the health workers, and 77.8% of them thought that these punishments were not deterrent. In addition, 52.5% of the students think that the news and serials in the media increase the tendency to violence against healthcare workers. Conclusion: Approximately a quarter of nursing students has witnessed violence against healthcare workers and thinks that the violence has many causes. It is thought that it is important for nursing students, who are the future nurses, to be aware of these reasons and raise awareness about violence Daha fazlası Daha az

Annelerin Postpartum Hemoglobin Düzeyinin Doğum Sonu Yaşam Kalitesi, Yorgunluk ve Depresyon Üzerine Etkisi

NURAY EGELİOĞLU CETİŞLİ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.63 - 70

Amaç: Bu çalışmanın amacı, annelerin postpartum hemoglobin düzeyinin doğum sonu yaşam kalitesi, yorgunluk ve depresyon düzeyleri üzerine etkisini incelemektir. Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı tipteki araştırma, Mart 2019-Şubat 2020 tarihleri arasında Bursa Mustafakemalpaşa Devlet Hastanesi’ne spontan vajinal doğum yapmak amacıyla başvuran ve örneklem kriterlerine uyan 141 gebe ile yürütülmüştür. Verilerin toplanmasında Birey Tanıtım Formu, Yaşam Kalitesi Ölçeği Kısa Form-36, Yorgunluk İçin Görsel Benzerlik Skalası ve Edinburgh Postpartum Depresyon Ölçeği kullanılmıştır. Veriler araştırmacı tarafından anneler ile üç görüşme (hastaneye . . . kabul sırasında, postpartum 24. saat ve postpartum 40.gün) yapılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler, nonparametrik testler ve korelasyon analizi kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmada annelerin yorgunluk ve enerji düzeylerinin, hastaneye kabul sırasındaki değerler ile karşılaştırıldığında postpartum 24. saat ve 40. günde artış gösterdiği, postpartum 40. günde depresyon düzeylerinin postpartum 24. saate göre daha düşük olduğu ve depresyon riskinin gerilediği belirlenmiştir. Ayrıca annelerin hemoglobin düzeyinin artması ile yorgunluk düzeylerinin düştüğü, enerji düzeylerinin arttığı, depresyon düzeylerinin azaldığı bulunurken hemoglobin düzeyi ile yaşam kaliteleri arasında ilişki olmadığı belirlenmiştir Sonuç: Sağlık çalışanları hem gebelik hem de postpartum dönemde anne sağlığını olumsuz etkileyen aneminin önlenmesi için uygun girişimleri ve bütüncül bakımı planlamalıdır. Objective: The aim of this study is to examine the effects of postpartum hemoglobin level of the mothers on the postnatal life quality, fatigue and depression levels. Material and Method: The descriptive study was conducted with 141 pregnant women who applied to Bursa Mustafakemalpaşa State Hospital for giving spontaneous vaginal delivery between March 2019 and February 2020 and have the sampling criteria. The data were collected by using the Personel Description Form, Short Form-36 Quality of Life Scale, Visual Analogue Scale for Fatigue and Edinburgh Postpartum Depression Scale by the researcher by conducting three interviews with the mothers (at the time of admission to the hospital, postpartum 24th hour and postpartum 40th day). To evaluate the data descriptive statistics, nonparametric tests and correlation analysis were used. Results: In the study, it was determined that fatigue and energy levels of mothers increased at the postpartum 24th hour and 40th days when compared with the values at the time of admission to the hospital, depression levels were lower on the postpartum 40th day compared to the postpartum 24th hour and the risk of depression decreased. In addition, it was found that with the increase in hemoglobin level of the mothers, fatigue levels decreased, energy levels increased, and depression levels decreased, while there was no relationship between hemoglobin level and quality of life. Conclusion: Healthcare professionals should plan appropriate interventions and holistic care to prevent anemia that negatively affects maternal health both during pregnancy and postpartum periods Daha fazlası Daha az

Hemşirelerin Kimlik Doğrulama Uygulamalarının Belirlenmesi

NURAY EGELİOĞLU CETİŞLİ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.71 - 76

Amaç: Bu çalışma özel bir hastanede çalışan hemşirelerin kimlik doğrulama ile ilgili uygulamalarını belirlemek amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışma, kesitsel tanımlayıcı türde bir çalışmadır. Çalışmanın evrenini özel bir hastanenin yatan hasta katları, doğumhane, poliklinikler, acil servis ve yoğun bakımında çalışan, iki aylık deneme süresini doldurmuş, hasta bakım, tedavi ve izleminde birebir yer alan 92 hemşire, örneklemini çalışmaya katılmayı kabul eden 84 hemşire oluşturmuştur. Çalışmanın verileri, araştırmacı tarafından oluşturulan “Genel Bilgi Formu” ve “Kimlik Doğrulama İzlem Formu” kullanılarak toplanmıştır. Bu . . .lgular: Çalışmada katılımcıların %89,3’ü her zaman kol bandı taktığını ifade etmiş ancak yapılan gözlemlerde %72,6’sının kol bandı taktığı belirlenmiştir. Katılımcıların %72,6’sı her zaman kimlik doğrulama yaptığını belirtmesine karşın %58,3’nün kimlik doğrulaması yaptığı görülmüştür. Kimlik doğrulaması yapmadığı durumların olduğunu belirtenler (%11,9), hastasını tanıdığını için doğrulama yapmadığını ifade etmişlerdir (%16,7). Çalışmada doğumhane (%100) ve yatan hasta katlarında (%93,9) çalışan hemşirelerin kol bandı takma oranı acil servis (%38,5) ve yoğun bakımda (%47,6) çalışan hemşirelerin kol bandı takma oranından yüksek bulunmuştur. Çalışamaya katılanların %58,3’ü çalışma ortamlarında kimlik doğrulama hatası ile karşılaştıklarını, %96,4’ü ise yapılan hatanın bildirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Sonuç: Çalışma sonucunda, sağlıkta kalite standartları ve kurum prosedürlerinde tanımlı olan kimlik doğrulama prosedürünün çalışanlar tarafından bilindiği ancak benimsenmesi ve uygulanması noktasında eksiklikler olduğu görülmüştür. Bu nedenle tıbbi hataların önlenmesinde kimlik doğrulamanın önemi ve çalışanların bu konudaki sorumlulukları hakkında düzenli programlar uygulanması önerilir. Objective: This study was conducted to determine the practices of nurses working in a private hospital related to identitiy verification. Material and Method: This study was a cross-sectional descriptive study. The population of the study consisted of 92 nurses who worked in the inpatient floors, delivery room, polyclinic, emergency room and intensive care unit of a private hospital, and completed the two-month trial period, and primarily involved in care, treatment, and follow-up, the sample of the study consisted of 84 nurses who agreed to participate in the study. The data of the study were collected using the “General Information Form” and “Identitiy Verification Observation Form” created by the researcher. Results: Of the participants, 89.3% stated that they always wear an armband, but in the observations, it was determined that only 72.6% wore an armband. Only 58.3% of the participants verify the identities of their patients, even though 72.6% of the participants stated that they always perform identity verification. Participants who have specified that they don’t always verify the identities of the patients (11.9%) stated that they did not do it because they already knew their patient (16.7%). In the study, the rate of wearing wristband to the patient by nurses working in the delivery room (100%) and inpatient floor (93.9%) was found to be higher than the rate of wearing wristband to the patient by the nurses working in the emergency service (38.5%) and intensive care units (47.6%). 58.3% of the participants in the study stated that they encountered identity verification errors in their working environment, and 96.4% stated that the error should be reported. Conclusion: As a result of the research, it has been observed that the identity verification procedure, which was also defined in health quality standards and institutional procedures, was known by the employees, but there were deficiencies in its adoption and implementation. Therefore, it is recommended to implement regular programs about the importance of identitiy verification in preventing medical errors and the responsibilities of employees in this regard Daha fazlası Daha az

Aile Sağlığı Merkezine Başvuran Gebelerin Bağışıklama Durumlarının Belirlenmesi

FEYZA DERELİ | GAMZE KUNDAKÇI | JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | GÜLÇİN UYANIK | MEDİNE YILMAZ

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.77 - 83

Amaç: Araştırmanın amacı, aile sağlığı merkezlerine başvuran gebelerin bağışıklama durumlarının belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Karşılaştırmalı-tanımlayıcı desendeki araştırma, İzmir merkez ilçesinde yer alan 10 aile sağlığı merkezinde görüşülen 1021 gebe ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, görüşme formu ile toplanmıştır. Veriler sayı, yüzde, varyans ve ki-kare analizi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Gebelerin yaş ortalaması 27,96±4,89 olup %43,9’u lise mezunudur. Gebelik sayısı medyanı iki ve canlı doğum sayısı birdir. Gebelerin %82,2’si aşılanma ile ilgili bilgi almış olup, bunlardan %75,8’inin bilgi kaynağı sağlık çalışan . . .larıdır. Gebelerin %37,8’i aşı kartı olmadığını bildirmiştir. Gebelik döneminde gebelerin %63,2’si tetanoz, %10,3’ü hepatit B, %11,9’u grip, %3,4’ü pnömokok, %3,0’ü kuduz aşısı yaptırmıştır. Gebelerin eğitim, gelir düzeyi, çalışma durumu, son bir yılda aile sağlığı merkezine gelme durumu, planlı gebelik durumu ile aşılarla ilgili bilgi alma ve aşı kartı bulunma durumu arasında anlamlı fark olduğu saptanmıştır ( Daha fazlası Daha az

Ebeveynlerin Okul Sağlığı Hemşiresinin Rollerini Algılamaları

JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | MELEK ARDAHAN

Makale | 2021 | İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 6 ) , pp.85 - 91

Amaç: Bu çalışmanın amacı, ebeveynlerin okul sağlığı hemşiresinin rollerini nasıl algıladıklarının belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Bu karşılaştırmalı-tanımlayıcı araştırmanın örneklemini İzmir’de öğrenim gören çocukların ebeveynleri (n=422) oluşturdu. Veriler Kişisel Bilgi Formu ve “Öğretmen ve Ebeveynlere Yönelik Okul Sağlığı Hemşireliği Rol Algısı Ölçeği” ile toplandı. Veriler bağımsız örneklemler için t testi, Mann-Whitney U testi, Kruskall-Wallis ve tek yönlü varyans analizi kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Ebeveynlerin yaş ortalaması 39,77±6,94 yıldı (18-60 yıl). Velilerin %88,2’si okulda bir hemşire bulunmasını ço . . .k önemsediklerini bildirdi. Velilerin %64,2’si hemşirenin eğitiminin en az lisans düzeyinde olması gerektiğini ifade etti. Ortalama Öğretmen ve Ebeveynlere Yönelik Okul Sağlığı Hemşireliği Rol Algısı Ölçeği skoru 108,55±31,12 (54-270) idi. Ebeveynlerin tüm okullarda hemşire olmasını isteme durumuna göre “hastalıkları önleme ve danışmanlık” boyutu arasında (p≤ 0,05) ve “eğitim ve uygulama” boyutu arasında anlamlı farklar olduğu (p≤0,01) saptandı. Ebeveynlerin okul sağlığı hemşiresi hakkındaki farkındalık durumlarının “hasta/sağlıklı bireyin bakımı ve ilk yardım” ( Daha fazlası Daha az

Kalori Kısıtlamasının Sirtüinler Aracılığı ile Yaşam Süresine Etkisi: SIRT1 ve SIRT3

JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | MELEK ARDAHAN

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 7 ) , pp.351 - 357

Maya Sir2 proteininin memeli organizmadaki homoloğu olan sirtüin protein ailesi 7 üyeden oluşmaktadır (SIRT1-7). Sir2 benzerliği en yüksek olan Sirtüin-1 (SIRT1), aktivasyonunun metabolizmaya sağladığı pozitif etkiler nedeniyle dikkat çekmektedir. Sirtüinlerin hücredeki farklı lokalizasyonları, işlevlerinde de çeşitliliğe neden olarak enerji homeostazından DNA onarım mekanizmalarına kadar geniş bir etki alanı sağlamaktadır. Sirtüinlerin keşfedilen ilk regülatörü hücresel nikotinamid adenin dinükleotid (NAD) molekülü olmuştur. Organizmanın normalden az enerji alımına maruz kalması sonucu, oluşan bu kısıtlılık hücrede NAD+/NADH oranın . . .ın NAD+ lehine değişmesine neden olmaktadır. Oluşan bu yeni denge, mayalardan memelilere her düzeydeki organizmada artmış sirtüin aktivasyonu sonucu uzamış yaşam süresi ile ilişkili bulunmuştur. Deasetilasyon işlevleri keşfedildikten sonra, sirtüinler ‘NAD-bağımlı deasetilaz’lar olarak da anılmaya başlamıştır. Düşük organizmalarda çoğunlukla histon proteinlerinin lizin rezidülerini deasetile etmekle sınırlı olsalar da, sirtünlerin memeli organizmasında çok çeşitli protein hedefleri mevcuttur. Bu derleme makalenin amacı, diyete bağlı değişiklikler ile indüklenebilen sirtüin proteinlerinin önemine dair genel bir bakış açısı sağlamak ve pozitif metabolik işlevleri ile öne çıkan SIRT1 ve SIRT3’ün bazı hedef substratları aracılığıyla metabolizma üzerindeki etkilerini özetlemektir. Sirtuin protein family, the homologue of the yeast Sir2 protein in the mammalian organism, consists of 7 members (SIRT1-7). Sirtuin-1 (SIRT1), which has the highest Sir2 similarity, draws attention due to the positive effects of its activation on metabolism. The different localizations of sirtuins in the cell cause diversity in their functions, providing a wide range of effects from energy homeostasis to DNA repair mechanisms. The first discovered regulator of sirtuins was cellular NAD molecule. As a result of the organism’s exposure to less energy intake than normal, this restriction causes the NAD+/ NADH ratio in the cell to change in favor of NAD+. This new balance has been found to be associated with prolonged lifespan as a result of increased sirtuin activation in organisms at all levels, from yeasts to mammals. After the deacetylation functions were discovered, sirtuins were also referred to as ‘NAD-dependent deacetylase’. Despite being often limited to deacetylate lysine residues of histone proteins in lower organisms, sirtuins have a wide variety of protein targets in the mammalian organism. The purpose of this review article is to provide an overview of the importance of sirtuin proteins that can be induced by dietary changes and to summarize the effects of SIRT1 and SIRT3, which stand out with their positive metabolic functions, on metabolism through some target substrates Daha fazlası Daha az

Kemoterapiye Bağlı Bulantı ve Kusmada Akupresür Kullanımı

JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | MELEK ARDAHAN

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi7 ( 2 ) , pp.359 - 364

Kanser, tüm dünyada görülme sıklığı giderek artan önemli bir sağlık sorunudur. Kanser tedavisinde en sık kullanılan yöntemlerden biri olan kemoterapi, ciddi semptomlara yol açabilmekte ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bulantı ve kusma sık yaşanan ve en rahatsız edici semptomlardan biridir. Son yıllarda farmakolojik tedaviler ile tamamen ortadan kaldırılamayan semptomların yönetiminde integratif tıp yöntemleri kullanılmaya başlanmıştır. Akupresür, literatürde uyku kalitesini artırmada, doğum ve kansere bağlı ağrıyı hafifletmede, yorgunluğu, depresyonu ve anksiyeteyi azaltmada ve bulantı-kusmayı gidermede kullanılan integra . . .tif yöntemlerden biridir. Bu derlemede kanser hastalarında kemoterapiye bağlı gelişen bulantı ve kusma semptomlarının yönetiminde kullanılan integratif yöntemlerden akupresür tartışılmıştır ve hemşirelerin bu konuda bilgilendirilmesi amaçlanmıştır. Akupresürün bulantı-kusma üzerinde etkisi tam olarak açıklanamamış olsa da, akupresür noktalarının uyarılması sonucunda nörohormonların ve nörotransmitterlerin salınımını artırarak ve kan dolaşımının regulasyonunu sağlayarak bulantı-kusmayı azalttığı düşünülmektedir. Literatürde kemoterapiye bağlı gelişen bulantı ve kusmanın yönetiminde akupresürün etkinliğini araştıran birçok çalışma yer almaktadır. Hemşireler, hastaların gereksinimlerini değerlendirirken integratif yöntemleri kullanıp kullanmadıklarını sorgulamalı, hasta ve yakınlarını bu yöntemlerin yararları ve riskleri konusunda bilgilendirmelidir. Akupresür kolaylıkla uygulanabilir bir yöntem olmasına karşın, yapılan araştırmalar birçok hemşirenin bu konuda bilgili olmadığını ve bu nedenle akupresürün kliniklerde sık uygulanmadığını göstermektedir. Cancer is an important health problem with an increasing prevalence all over the world. Chemotherapy is one of the most commonly used methods in cancer treatment, that can cause serious symptoms and have a negative impact on quality of life. Nausea and vomiting are the most common and disturbing symptoms. Recently, symptoms that cannot be completely eliminated by pharmacological treatments have been managed using integrative medicine methods. Acupressure is one of the integrative methods that used to increase sleep quality, relieve pain due to birth and cancer, reduce fatigue, depression and anxiety, and relieve nausea and vomiting. In this review, acupressure, one of the integrative methods used in the management of chemotherapy-induced nausea and vomiting symptoms in cancer patients, is discussed and it is aimed to inform nurses about acupressure application. Although the effect of acupressure on nausea and vomiting has not been fully explained, it is thought to reduce nausea and vomiting by increasing the release of neurohormones and neurotransmitters as a result of stimulation of acupressure points and by providing regulation of blood circulation. There are many studies in the literature investigating the effectiveness of acupressure in the management of chemotherapy-induced nausea and vomiting. Nurses should question whether they use integrative methods when evaluating the needs of patients, and should inform patients and their relatives about the benefits and risks of these methods. Although acupressure is an easily applicable method, studies show that many nurses are not knowledgeable about this subject and therefore acupressure is not used frequently in clinics Daha fazlası Daha az

Egzersiz ve Bağırsak Mikrobiyotası Arasındaki İlişki

JÜLİDE GÜLİZAR YILDIRIM DUMAN | MELEK ARDAHAN

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi2 ( 7 ) , pp.365 - 372

Günümüz önemli araştırma alanlarından biri olan bağırsak mikrobiyotası, bağırsak dışı organlara sinyaller göndererek konakçı sağlığı üzerinde önemli rol oynamaktadır. Bağırsak mikrobiyotasının modülasyonunda; yaş, cinsiyet, genetik gibi bazı değiştirilemez faktörlerin yanı sıra beslenme, egzersiz gibi değiştirilebilir çevresel faktörler de etkilidir. Egzersizin mikrobiyota biyoçeşitliliğini artırdığı ve faydalı mikroorganizmaların varlığı ile ilişkili olduğu gösterilmektedir. Ayrıca egzersizin bağırsak mikrobiyom bileşiminin olası bir modülatörü olabileceği düşünülmektedir. Egzersizin mikrobiyota modülasyonu üzerinde etkisi için çeş . . .itli mekanizmalar üzerinde durulsa da bu ilişkiyi açıklayan net bir mekanizma bulunmamaktadır. Ayrıca, egzersizin mikrobiyota modifikasyonunu sağlaması ve bağırsak mikroflorasında meydana getirdiği olumlu değişikliklerle bazı hastalıkların tedavisinde rol oynayabileceğine dair çalışmalar halen devam etmektedir. Genel olarak, hayvan ve insan çalışmalarından elde edilen sonuçlar, egzersizin bağırsak mikrobiyotası üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu konuda geniş örneklem gruplarıyla uzunlamasına yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. Nowadays, gut microbiota, which is one of the important research areas, plays an important role on host health by sending signals to non-intestinal organs. Some unchangeable factors such as age, gender, genetics are effective in the modulation of gut microbiota, there are also changeable environmental factors such as nutrition and exercise. It has been shown that exercise increases microbiota biodiversity and is associated with the presence of beneficial microorganisms. It is also thought that exercise may be a possible modulator of gut microbiome composition Although various mechanisms have been discussed for the effect of exercise on microbiota modulation, there is no exact mechanism explaining this relationship. In addition, studies are still continuing to show that exercise can play a role in the treatment of some diseases by providing microbiota modification and positive changes in the gut microbiota. Overall, results from animal and human studies show that exercise has an effect on the gut microbiota. There is a need for longitudinal studies with large sample groups on this subject Daha fazlası Daha az

Lateral Epikondilit Rehabilitasyonunda Kullanılan Güncel Fizyoterapi Yaklaşımlarının Ağrı ve Fonksiyon Üzerine Etkinliği

SEVTAP GÜNAY UÇURUM

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi7 ( 2 ) , pp.373 - 381

Tenisçi dirseği olarak da bilinen lateral epikondilit, el bileği ekstansör tendonlarının humerusun lateral epikondiline yapışma yerinde gelişir ve lokalize inflamasyon ile ilişkili azalmış kas gücü ve sınırlanmış eklem hareket açıklığı ile karakterizedir. Lateral epikondilit önemli derecede ağrı ve fonksiyon kaybına yol açmaktadır. Kol gücüyle çalışan bireylerin yaklaşık %10’u lateral dirsek ağrısı deneyimlemektedir ve %2,4’ü doğrulanmış lateral epikondilit teşhisine sahiptir. Bu nedenle, bu hastalık aynı zamanda önemli bir halk sağlığı problemi olarak kabul edilmektedir. Lateral epikondilitin bulgularının net ve teşhisinin kolay ol . . .masına rağmen, tüm klinisyenler tarafından kabul edilen ve uygulanan kesin bir rehabilitasyon yöntemi bulunmamaktadır. Dolayısıyla, lateral epikondilit rehabilitasyonu sürecinde özellikle ağrı ve fonksiyon üzerine etkinliği yüksek olan güncel fizyoterapi yaklaşımlarının belirlenmesi önemli bir gerekliliktir. Bu doğrultuda, bu derleme; lateral epikondilit rehabilitasyonunda kullanılan güncel fizyoterapi yaklaşımlarının ağrı ve fonksiyon üzerine olan etkinliğini incelemeyi ve mevcut literatüre katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Lateral epicondylitis, also known as the tennis elbow, develops at the attachment of the wrist extensor tendons to the lateral epicondyle of the humerus and is characterized by reduced muscle strength and limited range of motion associated with localized inflammation. Lateral epicondylitis leads significant pain and loss of function. Approximately 10% of the individuals working with arm strength experience lateral elbow pain and 2.4% of them had confirmed diagnosis of lateral epicondylitis. Thus, this disease is also recognized as an important public health problem. Although the signs of lateral epicondylitis are clear and its diagnosis is easy, there is no definitive rehabilitation method that is accepted and is applied by all clinicians. Therefore, it is an important necessity to identify current physiotherapy approaches especially with high effectiveness on pain and function in the rehabilitation process of lateral epicondylitis. Hence, the present review aims to examine the effectiveness of current physiotherapy approaches used in the rehabilitation of lateral epicondylitis on pain and function and to contribute to the available literature Daha fazlası Daha az

Musculoskeletal Problems in Wheelchair Users: A Review Study

SEVTAP GÜNAY UÇURUM

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi7 ( 2 ) , pp.383 - 390

Mobility is the basic need for functionality in human life. Physically disabled people often require mobility aids and wheelchairs are the most commonly preferred assistive mobility devices for enhancing independent functional mobility. Today, powered and manual wheelchair technology is available. Manual wheelchair propulsion necessitates more repetitive loading, but because the human body is not designed for such movement, musculoskeletal and functional issues such as pain and joint limitation may arise among manual wheelchair users. They require more support from their spine, arm, elbow, and wrist for mobility, transfer, pressure . . .relief, and most daily activities. During these tasks, repetitive weight-bearing and mobility activities tend to increase the risk of injury, increasing dependence on helpers and a lower quality of life. Accordingly, this review synthesizes musculoskeletal problems and preventive strategies in wheelchair users. Improved understanding of risk factors can assist health professionals who assess, treat, and guide manual wheelchair users. Mobilite, insan yaşamında fonksiyonellik için temel ihtiyaçtır. Fiziksel engelli insanlar, genellikle mobilite için yardıma ihtiyaç duyarlar. Tekerlekli sandalyeler, bağımsız fonksiyonel hareketliliği artırmak için en yaygın tercih edilen yardımcı cihazlardır. Günümüzde elektrikli ve manuel tekerlekli sandalye teknolojisinden yararlanılmaktadır. Tekrarlayan yüklenmeler, manuel tekerlekli sandalyenin ilerletilmesi için gereklidir, ancak ne yazık ki insan vücudu bu hareket için özelleşmemiştir ve ağrı, eklem kısıtlaması ve ilgili fonksiyonel problemler gibi kas-iskelet sistemi sorunlarına neden olur. Manuel tekerlekli sandalye kullanıcısı, mobilite, transfer ve günlük yaşam aktivitelerinin çoğu için kollarından daha fazla destek almalıdır. Bu görevler sırasında tekrarlayan ağırlık taşıma ve hareketlilik aktiviteleri, yaralanma riskini artırır ve kişinin bir dış desteğe bağımlılığı artırarak yaşam kalitesinin azalmasına neden olur. Bu derlemenin amacı tekerlekli sandalye kullananlarda kas-iskelet sistemi problemlerini sentezlemektir. Risk faktörlerinin daha iyi anlaşılması, manuel tekerlekli sandalye kullanıcısını değerlendiren, tedavi eden ve yönlendiren sağlık uzmanlarına yardımcı olacaktır Daha fazlası Daha az

Kronik Hastalığa Sahip Yaşlı Bireylerde Mobil Sağlık Uygulamalarının Kullanımı

SEVTAP GÜNAY UÇURUM

Makale | 2022 | İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi7 ( 2 ) , pp.391 - 395

Dünya çapında ortalama yaşam süresinin artmasıyla birlikte yaşlı bireylerin sayısında artış gözlenmektedir. Yaşlanma ile birlikte kronik hastalıkların morbidite ve mortalite oranları da artmaktadır. Yaşlı bireylerde diyabet, kanser, hipertansiyon ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı gibi kronik hastalıkların yaygın olması holistik ve sürekli bakım yöntemlerinin uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Günümüzdeki teknolojik gelişmelere paralel olarak, kronik hastalığa sahip yaşlı bireylerde hastalık yönetiminin sağlanabilmesi amacıyla mobil sağlık uygulamalarının kullanımı öne çıkmaktadır. Mobil sağlık uygulamaları kapsamında, mobil ile . . .tişim teknolojisi kullanılarak uzaktan hastalık yönetimi sağlanabilmektedir. Ayrıca bu uygulamalar ile veri toplanabilmekte, klinik karar destek sistemleri oluşturulabilmektedir. Mobil sağlık uygulamaları, sıklıkla semptom yönetimi, komplikasyonların önlenmesi, ilaç bilgisinin arttırılması, ilaç uyumunun sağlanması, günlük yaşam aktivitelerinin artırılması ve sağlık ekibi ile iletişim kurma amacıyla kullanılmaktadır. Zaman ve maliyet etkin bu yenilikçi yaklaşımlar, görme, işitme ve algılama kayıpları yaşayan yaşlı bireyler gözetilmeden oluşturulduğunda dezavantaj oluşturabilmektedir. Bu kapsamda hemşirelerden kronik hastalığa sahip yaşlı bireylerin yaşa bağlı değişimleri de göz önünde bulundurularak etkin ve sürdürülebilir mobil sağlık uygulamaları geliştirmeleri beklenmektedir. Bu alanda yapılan çalışmaların sınırlı olması nedeniyle kronik hastalığa sahip yaşlı bireylerde mobil sağlık uygulamalarına ilişkin yapılan çalışmaların arttırılması önerilmektedir. With the increase in life expectancy worldwide, there is an increase in the number of elderly individuals. The morbidity and mortality rates of chronic diseases increase with aging. The prevalence of chronic diseases such as diabetes, cancer, hypertension and chronic obstructive pulmonary disease in elderly individuals requires the application of holistic and continuous care methods. In parallel with current technological developments, the use of mobile health applications comes to the forefront in order to provide disease management in geriatric individuals with chronic diseases. In addition, data can be collected with these applications and clinical decision support systems can be established. Mobile health applications are frequently used for symptom management, prevention of complications, increasing drug information, ensuring drug compliance, increasing daily living activities and communicating with the healthcare team. When these time and cost-effective innovative approaches are developed without taking into account the needs of elderly indivuduals with vision, hearing and perception impairments, they may be at a disadvantage. In this context, nurses are expected to develop effective and sustainable mobile health applications, taking into account the age-related changes of elderly individuals with chronic diseases. Due to the limited number of studies in this field, it is recommended to increase the number of studies on mobile health applications in elderly individuals with chronic diseases Daha fazlası Daha az


6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu kapsamında yükümlülüklerimiz ve çerez politikamız hakkında bilgi sahibi olmak için alttaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.


Bu site altında yer alan tüm kaynaklar Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.